,

23 Haziran seçimleri: Bir vak’ayi hayriyye

23 Haziran Türk demokrasisinin yüz akı seçimlerinden biridir. Millet, meşruiyet dışına çıkan, güce dayanan arayışlara ‘eyvallah’ demeyeceğini gösterdi.
“Her şer’de bir hayr vardır” derler ya; 31 Mart gecesiyle 23 Haziran gecesi arasında yaşadıklarımız bunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Tam mânâsıyla ‘hayırlara vesîle’ bir seçim oldu.



AKP yönetiminin sokaktan hem de seçim yoluyla gelen uyarıları dinlemeye dinlemeye geldiği yer burası. Geçen yazılardan birinde Ziya Paşa’nın, “nush ile uslanmayalı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir “sözünü hatırlatıp; daha 24 Haziran 2018’den beri seçmenin iktidar partisini uyarmakta olduğunu, ama bütün uyarın kulak ardı edildiğini belirtmiştik.



24 Haziran’da Erdoğan yüzde 52 oyla ve ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmişti, ama aynı anda yapılan genel seçimlerde partisi bütün illerde ortalama yüzde 5 -7 oy kayıplarına uğramıştı. AKP oyları ülke genelinde yüzde 49’dan yüzde 42’ye düşmemiş miydi?



O uyarı, Erdoğan’ın zaferinin gölgesinde kaldı, kimse bu tablonun üzerinde durmadı.



31 Mart seçimleri ‘nush ile uslanmamış’ iktidar partisinin ‘tekdir’ edilmesiydi. Hatta 7 Haziran’da (2015) seçmenin bu partiye tek başına iktidarı kaybettirmesini de hesaba katarsak süreci daha geriden başlatıp, 31 Mart’ın artık “kötek aşaması”olduğu da söylenebilir.



Seçmen 31 Mart’ta, sadece İstanbul’u değil; Ankara’yı, Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı da AK Parti’nin elinden aldı. Bir siyasi parti için bundan daha somut bir ‘tekdir’ olur mu?



Hal böyleyken, o seçimden sonra gördüğümüz neydi?



AKP, bu tablodan bir ders çıkartacağı yerde, bütün dikkatini çok az farkla kaybetmiş olduğu, asıl ‘ballı metropol’ İstanbul’a çevirdi ve aradaki farkın çok az oluşundan da cesaret alarak İstanbul seçimini yeniletme telaşına kapıldı. Tam da bu ‘çürüme halleri’ yüzünden seçmenden tepki gördüğünü bilmezden geldi. Tayyip Erdoğan’ın Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) yönelik mesaj yüklü konuşmalarından anladık ki, İstanbul’u geri alma uğruna, elindeki devlet kudretini YSK üzerinde kullanmaktan da çekinmemiştir.



Sonunda, iktidar partisi murâdına erdi, Yüksek Seçimi Kurulu İstanbul seçimlerini ‘oy çokluğuyla’ iptal etti.



Tabii, seçimleri iptal ettirmeye uğraşırken AKP’lilerin hâfızalarında 7 Haziran-1 Kasım 2015 süreci vardı. Tek başına iktidarı kaybettikleri 7 Haziran seçiminden dört ay sonra, ikinci seçimde iktidarı yeniden elde etmişlerdi. (O dönemle bu dönem arasındaki farkları daha önceki bir yazımızda anlatmıştık. ( ‘7 Haziran- 1 Kasım’ hesapları 31 Mart sonrasında tutmaz, Serbestiyet, 31 Mayıs 2019)



Nush-tekdir-kötek üçlemesine dönersek…Soralım şimdi: Şu 23 Haziran seçiminden çıkan sonuç, milletin eline bir meşe odunu alıp AK Parti’ye bir kötek atması değildir de nedir? 31 Mart seçimleri sonucunda Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırm arasında 13.700’lerdeki oy farkının 23 Haziran’da 800 binlere fırlamasını başka nasıl izah edeceğiz? AK Partililere sormak lazım : Demek, ‘çaldılar’ diyorsunuz; demek 31 Mart seçimini bu yüzden kaybettiniz; buyrun şimdi 800 bin 415 oy farkını açıklayın!...



Hayır, oylar çalınmış değildi; ama kazanan adayın elinden mazbatasının alınması bir gerçekti.



Yüzbinlerin kabullenemediği şey budur.



31 Mart’tan sonra çıkıp ‘çaldılar’ diye konuşan adaya oy vermiş olan AK Parti seçmeni içinden 200 binden fazla vicdan sahibi insanın gidip Ekrem İmamoğlu’na oy vermesi bundan.



31 Mart seçiminde, İstanbul’un 39 ilçesinden ancak 14’ünde birinci çıkan CHP’nin, 23 Haziran’da 28 ilçede birinci çıkması bundan.



“Çarıklı erkân-ı harp” boş bir târif değildir



23 Haziran’da Türk demokrasi tarihinin yüz akı seçimlerinden birini yaşadık.

Bu ülkede seçmenin ‘meşruiyet’ diye bir derdi olduğunu, bunu her işin başı olarak gördüğünü birkez daha anladık.



1960 darbesini yapanlar bir yıl sonra gittikleri seçimde CHP’nin ezici bir oyla tek başına iktidara geleceğini zannediyorlardı. CHP o seçimde yüzde 36 oy alabilmişti. Öteki üç sağ partinin (Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi)



1983 seçimlerinde, o zamanın kudretlileri seçmenden kendi adayları olan Turgut Sunalp’i desteklemelerini istiyordu. Seçimlerin galibi, hem de açık ara Turgut Özal oldu.



Yakın dönemde, AK Parti’nin iktidar yıllarında da benzer örnekler var.



Türkiye’de seçmen, 27 Nisan bildirisini yazanlarla, o meş’um 367 kararını çıkartanlara tarihin en ağır derslerinden birini verdi: 2002’de yüzde 34’lük bir oy oranıyla iktidara gelmiş olan AK Parti, bu gayrimeşru müdahaleler ve köşeye sıkıştırmalar karşısında 2007’deki erken seçimde yüzde 47 oy aldı.



Daha başka örnekler de verilebilir, ama söylenecek şey şudur: Türkiye’de seçmen meşruiyet zeminininde kalan aktörlerin yanında yer almıştır. AK Parti gibi, bütün siyasi geçmişinde gayrimeşru müdahalelere mâruz kalmış, bunlara karşı bütün kazanımlarını meşru yollardan ve sandık yoluyla elde etmiş bir hükümetin gücü ele geçirince meşruiyet yolundan sapmış olması hazindir.



Bu sürecin bize gösterdiği bir gerçek, ama acı bir gerçek de şudur : Bu memlekette meşruiyet sorunları, sadece elinde silah bulunan askerler eliyle yaratılmıyor; seçimle gelmiş siyasetçiler de pekala güç zehirlenmesine uğradıkça aynı yollara tevessül edebiliyor.



Yaşayan neler görüyor…



Neyse ki , elde bir âkil seçmen kitlesi var.



Siyasetin akıl dışı hamleleriyle yükselttiği gerilimi halkın nasıl düşürdüğünü, hem de kimleri yakalarından ve paçalarından aşağı alarak düşürdüğüne bakar mısınız?



Anlaşılan o ki, Türkiye’de seçmen çok partili siyasi hayatımız süresince sergilediği demokratik ‘duruş’te el’an sabit kademdir, güvenebileceğimiz tek aktör esasen odur; yoldan çıkan, ayarları bozulan, haddini aşan partilere ve siyasetçilere haddini bildirmekten de imtina etmemektedir.



Adalet ve meşruiyet duygusuna sahip bir seçmen kitlesi Türk demokrasisi için büyük bir imkândır.



23 Haziran’da bu seçmenin mesajları ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir:



1. Seçmen bu seçimde ‘biz de daha ölmedik’ demiştir. Siyasetin meşruiyet zemininde yapılmasını talep ettiğini, bunun dışındaki arayışlara, güç dayatmalarına ‘eyvallah’ demeyeceğini göstermiştir.



2. Bu seçim Türkiye’deki kutuplaşma iklimini kırmıştır.

13 bin 700’lerdeki farkın 800 binleri aşmasının bir anlamı da budur.

Bir önceki seçimde Binali Yıldırım’a oy vermiş olanların içinden, 200 binden fazla insan (tam olarak 220 bin 583) bu seçimde gidip Ekrem İmamoğlu’na oy verebilmişse, bu durum seçmenin ‘doğru şartların oluşması halinde’ , kendi partisi veya kendi siyasi eğilimi dışında da hareket edebileceğini gösteriyor.

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız

YORUM EKLE