M. Kemal AYÇİÇEK – 16 Haziran 2014
Bilmiyordum doğrusu, meğer bebekler ağlayınca anneleri de ağlarmış! Henüz kırkına varmayan ikiz yeğenlerimiz var. Anne acemi anne olup bir de ikiz çocuk sahibi olunca ister istemez o annenin durumu ve bebekler de gündemimizden düşmüyor. İrak’ta yaşanan vahşet, Suriye, Ukrayna derken kan gölü ortasında kalmış ülkenin insanları olarak siyasi gündemin nasıllığına bile bakmıyoruz. Dünya kupası maçları ile zaman harcıyoruz. Dünya kupası dedik diye spor yazısı yazacak değilim, gündem Cumhurbaşkanlığı seçimleri de olsa bu konuya da girmeyeceğim.
O ikizlerin ikisi de erkek bebekler. Birinin adı Yunus, diğeri de Emre. Yunus, Emre’den bir kilo daha fazla doğdu. O sakin ama genellikle ağlayan Emre. Emre ağlayınca ister istemez ikizi de ona bakıp ağlıyor, hal böyle olunca da baba da anne de sürekli onlarla uğraşıyorlar. Hele baba Muammer, bir de kitap almış, “çocuk nasıl bakılır” diye, o kitabı okuyup, bebeklerin ağlamaması için eşine destek veriyor. Ama gündüzleri, baba işe gitmek zorunda olunca evde yalnız kalan acemi anne, ikiz bebeklerin birini durdurmaya çalışırken diğeri, diğeri ile ilgilenirken beriki derken rahat yüzü göremiyor. Sağdan soldan verilen desteklerle “iyi anne” olmaya çabalıyor! Bu acemi annenin anneannesi, dokuz çocuk sahibi oldukça tecrübeli bir anne. İkizlerin yanına birlikte gittiler, bir süre sonra yanımıza döndüler. Büyük anne anne, acemi anneye, “Bebekler ağlayınca sende ağlıyor musun?” diye sordu gülerek, acemi anne, boynuna sarıldı büyük anneannenin, “hem de nasılll” diye cevap verdi. Dönüp onlara baktım, her ikisi de ciddiydi.
Şimdi o bebeklerin büyümüş halleri olsalar da tüm sıcak çatışmaların yaşandığı ülkelerdeki insanların anneleri, İster Suriye’de, ister Irak’ta, ister Filistin’de, isterse Ukrayna’da olsun kim bilir nasıl ağlıyordur? Annelerin ağlamasını sadece o savaş ve çatışmaların yaşandığı ülkeleri yönetenler değil, o devletleri seyreden ülkeleri de yöneten insanlar, birer anne evlatları değil mi? Nasıl böylesi insan kıyımı karşısında o annelerin gözyaşlarına hiç saygı göstermiyor, önem vermiyorlar? Düşünemiyorlar mı? Ben bebekler ağladığında annelerin ağladığını gerçekten bilmezdim ama ağlarlarmış bunu daha yeni öğrendim, hem söyleyen annem olmasa yine de inanmazdım. Meğer anneler, bebekleri ağladığında ağladıklarını birer sır gibi saklayıp, gizli tutuyorlarmış!
Irak’ta konsolosluk personelimiz İŞİD denilen eline silah verilen ve ‘Gidin, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirin’ denilen ve o denileni yapan örgütün aymaz eylemine karşı hemen “saldıralım”cı kesilen siyasetçilerimiz, birer anne evlatları değil mi? İnsanlar, savaşa nasıl teşvik edilebilir? Bir tek insan ölmesin diye uğraşılması gerekilirken hemen ve çarçabuk, “öldürelim” moduna girmek, nasıl bir mantıktır? Hadi İŞİD’liler canidir diyelim, o canilere karşı canileşmek normal bir aklın, normal bir insanın, hele ağlayan herhangi bir annenin çocuğu olabilir mi? Sun Tzu’nin dediği gibi “Savaşmadan kazanmak en iyisidir”. Zaten ateş çemberine dönmüş ülkemizi seven herkesin önceliğinin Mustafa Kemal Atatürk’ün 20 Nisan 1931'deki millete beyannamesinde ifade ettiği " Yurtta sulh, cihanda sulh"” ilkesine yürekten bağlı olunmasıdır. Yangına benzinle gitmenin alemi yok.
Tam da şu son yıllarda hele de Twitter, Facebook vs. gibi sosyal medya denilen anında iletişim araçlarının da özellikle genç kuşaklar tarafından etkin kullanıldığı bir süreçte haber verme sorumluluğu taşıyan insanların toplumu gerecek, savaş çığırtkanlığından özenle imtina etmesi gerekir. Genç kuşak demişken, gençlerin küçük bir şakası bile ülkemizi çekemeyen, kıskanan, hazmedemeyen yabancı kaynaklar tarafından da rahatlıkla istismar edilebilir. Bunu anlatan güzel bir örnek oluşturuyor diye Gazeteci Çetin Yiğenoğlu’nun “Metelikten Medyaya” adlı kitabında yer verdiği yazıyı buraya ekliyorum. O yazıda “Apo” denilen, o yıllarda, belki (1993-1995 arası olabilir) adı tam yazılamayan “Abdullah Öcalan”dır. Yazı da bahsedilen BBC, belki radyoyu kapattı ama yayınlarını hala sürdürüyor. Buyurun:
“Apo öldürüldü
İki genç gazeteci yurt çapında yayınlanan bir gazetenin Diyarbakır bürosunda oturuyorlardı. Biri konuktu. Öbürü nöbetçi muhabir. Ortalık sakindi. Yapacak bir iş yoktu. Sıkılan iki kafadar bir başka gazetedeki arkadaşlarını işletmeye karar verdiler. Bu iş içinde teleksten yararlanmayı düşündüler. O sıralar faks henüz yaygınlaşmamıştı çünkü. O dönemde en etkili araçlardan biri olan teleksle teknik düzeneğin elvermesi nedeniyle aldatıcı mesajlar geçilebilirdi. İki genç gazeteci de bu olanaktan yararlanarak öbür gazetedeki nöbetçi arkadaşlarını teleksle aradılar;
“Alo, alo can ben. Stockholm’den, Kürdistan Press’ten arıyorum… Apo’nun öldüğü yolunda haberler geldi bize. Bekaa Vadisi’ndeki Mahsun Korkmaz Askeri Akademisi’nde Şahin Baliç ile Apo taraftarları arasındaki tartışma çatışmaya dönmüş. Olayda ağır yaralanan Apo’nun Şam’da özel bir hastahanede tedavi altına alındığını, ancak kurtarılamadığını duyduk. İsveç’teki Kürt örgütleri de merak ediyor. Biz de emin olmadığımızı söyledik. Siz Güneydoğu’dasınız, acaba böyle bir şey duydunuz mu?”
“Hayır, biz de duymadık” diye yanıt verdi öbür gazetedeki nöbetçi muhabir. “Bir araştıralım. Öğrenirsek size bildiririz. Ama nasıl?”
“siz belki bizi çıkaramazsınız. Ben sizi bir saat sonra arayayım by, by…”
“Tüyo”yu alan nöbetçi muhabir haberi önce büro şefine, sonra da İstanbul Haber Merkezi’ne bildirdi. Haber gazete de bomba etkisi yapmış, ortalık ayağa kalkmıştı.
Gazetenin Ankara’daki Dışişleri Bakanlığı Muhabirleriyle merkezdeki dış haberler muhabirleri hemen işe koyulmuşlardı.
Nöbetçi arkadaşlarını işleten iki kafadar neler olup bittiğini öğrenmek için bir saat sonrasını beklemeden, on dakika sonra, ama bu kez telefonla aradılar. Telefonda arkadaşlarının haberi İstanbul’a aktardığını, şefinde büroya gelip duruma el koyduğunu öğrendiler. Şakalarının amaçlarını çok aştığını anlayan iki kafadarı bir düşüncedir aldı.
Yaptıkları şaka düzeltilmesi olanaksız sonuçlar doğurabilirdi. Ürküntüden tır tır titreyen iki kafadar yine teleksin başına geçerek arkadaşlarına şaka yaptıkları yolunda bir mesaj geçtiler. Ancak, baktılar ki inandırıcı olamıyorlar, teleksi bırakıp yine telefona sarıldılar. Dediler ki, “yahu arkadaş, o mesajları geçen bizdik. Kürdistan Press haltını biz yedik. Hepsi şakaydı.”
Güç oldu ama sonunda arkadaşlarıyla şefini şaka yaptıklarına inandırdılar. Bunun üzerine “işletilen büro”dan İstanbul Haber Merkezi’ne bir not daha geçilerek olayın aslının olmadığı, genç gazetecilerin masum bir şakası olduğu anlatıldı. Anlatıldı anlatılmasına da iş işten çoktan geçmişti. Gazete olayı çoktan manşetten yayınlamıştı:
“Apo öldürüldü”
Bu kez, “Meyhane baskısı”nı gören Babıali’deki öbür gazetelerin yönetici ve muhabirlerini bir telaştır aldı. Bir anda telefon, faks, teleks trafiği ortalığı birbirine kattı. Ancak, hiçbir gazeteci olayı doğrulatamıyordu.
Bu arada meyhane baskısı yapan gazeteyi kaynak gösteren BBC’de radyodan haberi yayınlamaz mı? Böylece gazetelerin merkezdeki nöbetçi muhabirleri rahat bir soluk aldılar. Onlar da BBC’yi kaynak göstererek gazetelerinin son baskılarına haberi yetiştirdiler, ama haberde kuşku büyük olduğu için durumu yarına dek idare edecek biçimde –manşetten olmasa da- yayımladılar.
Gerçek sonra anlaşıldı anlaşılmasına da Lübnan’daki örgüt lideri APO tekzip metni gönderemediği (!) için haber daha sonra hiçbir gazetede ne yalanlandı, ne de irdelendi. En iyisi sağır kulağın üstüne yatmaktı. Öyle de yapıldı…”( Çetin Yiğenoğlu’nun ‘Metelikten Medyaya’-1996 tarih baskılı kitabından)
Nasıl bir örnek ama bugün aynılarının ve daha fazlalarının yapıldığına binlerce kez şahit olmadık mı? Kalın sağlıcakla.