MUHALEFET ŞERHİ
1/708 esas nolu “Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı hakkında Kanunda değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısı. Adalet Komisyonu tarafından oluşturulan alt komisyonda 21.ll.2012 günü görüşülmüştür.Tasarıya ilişkin muhalefet şerhimiz aşağıdaki konulardadır.
Bu tasarının en önemli ve kamuoyunun da dikkatini çeken maddesi, Ceza Muhakemesi Kanunu m.202 de düzenlenen “Tercüman bulundurulacak haller” maddesinde yapılmak istenen değişikliktir.Bu değişiklik hükümet tarafından “anadilde savunma “ olarak kamuoyuna yansıtılmış ve Meclis gündemine getirilmiştir.Yandaş medyanın da katkısıyla kamuoyunda Türkçe bilmeyen kişilerin mahkemelerde savunma yapamadığı, savunma hakkının ihlal edildiği ve bu nedenle düzenlemenin yapılma ihtiyacının doğduğu yönünde bir algı yaratılmaya çalışılmaktadır.
Oysaki 2004 tarihinde çıkartılan Ceza Muhakemesi Kanunu 202. maddesinde bu konu aşağıdaki gibi düzenlenmiştir.
“Tercüman bulundurulacak haller
Madde 202-(1)Sanık veya mağdur meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir
(3) Bu madde hükümleri soruşturma evresinde dinlenen şüpheli ,mağdur veya tanıklar hakkında da uygulanır.Bu evrede tercüman hakim veya Cumhuriyet Savcısı tarafından atanır”
Bu düzenlemeden de açıkça anlaşıldığı üzere Türkçeyi meramını anlatabilecek ölçüde bilmeyen tanığa tercüman atanması zorunlu olduğu gibi,CMK m.324/5 uyarınca tercüman giderleri devlet tarafından karşılanır ve taraflara yüklenemez.
Bu düzenlemenin kaynağı ise Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanan ve Anayasa m.90 uyarınca iç hukuk kuralı haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Adil Yargılanma hakkını düzenleyen m 6/ 3-e bendidir.
Avrupa insan hakları sözleşmesi
Adil yargılanma hakkı
“Madde 6/ 3- Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir:
e)Mahkemede kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercüman yardımından ücretsiz olarak yararlanmak”
AİHS adil yargılanma hakkına yönelik bu metni çok açıktır.Yargılanan kişi mahkeme dilini anlamadığı veya konuşamadığı takdirde kendisine tercüman tayin edilecektir.
Yine Türkiye’nin taraf olduğu Siyasi ve Medeni Haklar sözleşmesi m.14 , paragraf 3 / f hükmü yargılanan kişi için
“Mahkemede konuşulan dili anlamıyor veya konuşamıyorsa bir çevirmenin yardımından ücretsiz olarak yararlanma “ imkanını getirmektedir.
Her üç metnin karşılaştırmasından görülmektedir ki CMK m.202, AİHS m.6 /3-e bendi ve Siyasi ve Medeni Haklar sözleşmesi m.14-3/f bendi paralelinde düzenlenmiştir.Yani CMK m.202 Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine ve Siyasi ve Medeni Haklar sözleşmesine aykırı değildir. Bazı yargıçlar ve Savcılar uygulamada bu maddeyi dar ya da geniş yorumlayarak bazı sorunların çıkmasına yol açıyorlarsa, bu durumun HSYK tarafından değerlendirilerek uygulamada tutarlılığın ve yeknesaklığın sağlanması gerekmektedir.Böylesi bir durum mevzuatın değiştirilmesine gerekçe yapılamaz.
AKP hükümeti tarafından getirilen tasarıda ise CMK 202, maddeye aşağıdaki 4.fıkranın eklenmesi istenilmektedir.
“(4)Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık
a) İddianamenin okunması,
b) Esas hakkındaki mütalaanın verilmesi ,
Üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir.Bu durumda sanık savunma yapacağı oturumda tercümanını hazır bulundurmak zorundadır.Bu imkan yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz “
Alt komisyonda sadece tercümanın İl Adli Yargı Adalet Komisyonu tarafından düzenlenen listeden seçileceğine yönelik bir değişiklik önergesi AKP grubu tarafından verilmiş,başkaca bir değişiklik yapılmamış, önerilen metin öz itibariyle korunmuştur.
AKP hükümeti tarafından CMK 202. maddeye eklenmesi istenen 4.fıkranın özü duruşma safhasında sanık meramını anlatacak ölçüde Türkçe biliyorsa dahi başka bir dilde savunma yapabileceğine ve bu nedenle de tercüman tayin edilmesine yöneliktir.
Bu durumda tasarı ile getirilen değişiklik savunma hakkına yönelik değil ,istenen dilin mahkemede kullanılmasının sağlanmasına yöneliktir..Oysaki altına imza koyduğumuz uluslararası anlaşmalar ülkemize böylesi bir yükümlülük yüklemediği gibi,hiçbir ülkede de resmi dilin bilindiği bir durumda bir başka dilin mahkemede kullanılması söz konusu değildir.
Ceza yargılamalarında sanıklar tarafından duruşmada kullanılan dil dışında başka dillerin kullanılması talebinin ülkemizde ve başka ülkelerde sorun teşkil ettiğini,özellikle yargılama alanında siyasi amaçlara yönelik ortaya çıktığını görmekteyiz.Ülkemizde ise bu sorun çok sayıda kişinin yargılandığı KCK davalarında sanıkların Kürtçe savunma yapmak istemeleri üzerine gündeme daha yoğunlukla gelmeye başlamıştır.Sorunu Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi kapsamında değerlendirdiğimizde sözleşme yargılamanın resmi dilin dışında anadilde veya istenilen başka bir dilde yapılması gerektiğini içeren bir hakkı kapsamamaktadır.
Bu konuda doktriner görüşlere bakılacak olursa
Prof Dr. Osman Doğru’ya göre “Tercüman hakkı sınırlı bir haktır.Sadece yargılamada kullanılan dili bilmeyen ,anlamayan ve konuşamayan kişilere tercüman atanması gerekir.AİHM kararlarına göre kişinin mahkemede kullanılan dili konuşup ,anlamasına ve meramını tam olarak ifade etmesine rağmen ,mensup olduğu etnik bir dilde savunma hakkının verilmemesi mahkemece (AİHM) sözleşmenin ihlali olarak değerlendirilmemektedir.”
Prof Dr Durmuş Tezcan’a göre “Ulusal mahkemelerin sanığın duruşma dilini iyi derecede bilip bilmediğini takdir yetkisi vardır.Eğer duruşma sırasında sanığın yargılama dilini anlamadığı veya konuşamadığı açıkça anlaşılıyor ise muhakkak bir tercüman atanması gerekmektedir.Bu itibarla AİHM ulusal mahkemelerin, takdir yetkisini gerektiği gibi kullanıp kullanmadığını denetleyebilmektedir “
Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’na göre “Aynı şekilde kendini savunacak derecede Türkçe bildiğini kabul eden ,bu kabulü yargılama organının gözlemiyle doğrulanan sanık, buna rağmen tercümandan yararlandırılmamalıdır.Aksi takdirde yargılama dili sanığın arzusuna göre belirlenmiş, resmi dilin Türkçe olması kuralı aşındırılmış olur.Bu nedenle hükümet tasarısında yer alan “meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen “ sanığın ,sözlü savunmasını başka dilde yapabileceğini öngören düzenleme yargılama dilinin Türkçe olması kuralının ,dolayısıyla üniter devletin aşındırılmasıdır.”
İstanbul Barosu Başkanı Doç.Dr Ümit Kocasakal ise “Anadilde savunma kavramını asla kabul etmiyorum.Bu hakkın suistimalidir. CMK m.202 çok açık.Sanık Türkçe bilmiyorsa o Kürt vatandaşı ilk ben savunurum.Ama Türkçe bildiği halde ‘İlla da Anadilde savunma yapacağım’ demek bir hakkın suistimalidir. “ görüşünü ifade etmektedir.
Prof.Dr. Sibel Özel’e göre “Vatandaş ya da yabancı ayrımı olmadan ,duruşmada konuşulan dili bilmeyen herkesin adil yargılanma hakkının bir gereği olarak ücretsiz çevirmen hizmetinden yararlanma hakkı bulunmaktadır.Bir vatandaşın vatandaşlığını taşıdığı devletin dilini bilmesi bir vatandaşlık hakkıdır. Doğuştan TC vatandaşı olan herkesin Türkçe öğrenmesi devletin bir görevidir.Ancak eğitim imkanından yoksun kaldığı için Türkçeyi öğrenemeyenler elbette mahkemede çevirmen aracılığıyla dinlenecektir.Ancak Türkçeyi bilen bir vatandaş anadilde ifade verme hakkı ya da imtiyazına sahip değildir.Bu dayatmayı demokratik bir hak olarak gösterecek hiçbir ulusal ya da uluslararası kural mevcut değildir.”
Genel olarak doktriner görüşler bu doğrultudadır.Adalet komisyonu alt komisyon toplantısına katılan Prof Dr İzzet Özgenç ve Prof Dr Cumhur Şahin CMK m 202 düzenlemesinin ,AİHS ne aykırılığının söz konusu olmadığını, Türkiye’nin anadilde savunma hakkı vermemesi nedeniyle AİHM de mahkumiyetinin de söz konusu olmadığını belirtmişlerdir.Getirilen düzenlemenin Anayasa’nın 3.maddesinde düzenlenen resmi dilin Türkçe olduğu ilkesine aykırı olduğunu, eğer bir değişiklik yapılacak ise Anayasa’nın da değiştirilmesi gerektiğini ve sanığın istediği dilde savunma yapma isteğinin yargılama dilinin değiştirilmesine yönelik bir sonuca yol açabileceğini belirtmişlerdir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 11.10.2011 tarih ve 2011/204 K sayılı kararında “Soruşturma veya kovuşturma sırasında çeşitli Adli makamlar önünde yapılan işlemlerde Türkçe bildiği hususu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde anlaşılan şüpheli veya sanıkların ,daha sonradan Türkçe bilmediklerini ileri sürerek tercüman görevlendirilmesini istemeleri halinde bu kişilerin AİHS ve CYY bağlamında tercümandan yararlanma hakları bulunmadığı gibi bu tür davranışların savunma hakkının kötüye kullanılması kapsamında değerlendirilmesi gerekir” görüşü yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerince ayrıntılı bir şekilde gerekçelendirilerek verilen bu tür kararlar nedeniyle Türkiye AİHM de herhangi bir mahkumiyet almamıştır.
Diğer ülke uygulamalarına bakacak olursak AİHS m.6/3-e bendine paralel düzenlemelerin olduğu görülmektedir.
İSVİÇRE CEZA MUHAKEMESİ KANUNU M. 68 “Muhakeme sürecinde taraflardan biri kullanılan dili anlamıyorsa ya da yeterli bir şekilde kendisini ifade edemiyorsa bu süreci yöneten kişi tarafından bir tercüman atanır”
ALMANYA CEZA MUHAKEMESİ KANUNU m.259 “Mahkemede kullanılan dile hakim olmayan sanık,savcı ve savunma avukatı tarafından yapılan beyanlar konusunda bir tercüman tarafından bilgilendirilir”
FRANSA CEZA MUHAKEMESİ KANUNU m 344 “Sanığın mağdurun,bir ya da daha fazla tanığın yeterli derecede Fransızca konuşamadığı durumlarda veya duruşma esnasında ortaya çıkan bir belgenin tercüme edilmesi gerektiğinde ,mahkeme başkanı resmi olarak en az yirmi bir yaşında olan ve görevini şerefine ve vicdanına uygun yerine getireceğine dair yemin eden bir tercüman atar” (Doğru tercüme bu olmasına rağmen TBMM araştırma merkezi tarafından dağıtılan AB ülkelerinde anadilde savunma hakkı başlıklı araştırma yazısında AİHS m.6/3-e , Fransa CMK ,Almanya CMK ve Letonya CMK tercümelerinde bilinçli olarak tahrifat yapıldığı ,”konuşamadığı “ ibaresinin yerine “konuşmadığı” ibaresinin kullanıldığı ne yazık ki tarafımızdan tesbit edilmiştir. Tek başına bu durum dahi AKP hükümetinin bu tasarı konusunda zorlandığını, milletvekillerini ikna etmek için böylesi bir yola başvurduğunu göstermektedir.)
Diğer ülke uygulamaları genel olarak bu doğrultudadır.
Hal böyleyken AKP hükümeti meramını Türkçe anlatabilen kişilere başka bir dilde savunma hakkını getirme gereğini neden duymaktadır? Getirilen bu değişiklik önerisinin savunma hakkıyla bir ilgisinin olmadığı aksine siyasi bir talebin karşılanması olduğu çok açıktır. Türkçe bilmeyenlere bu hakkın savunma hakkı kapsamında tanındığı tercüman giderinin devletçe karşılanmasından anlaşılmaktadır.Türkçe bilenlerin kendi tercümanlarını kendilerinin hazır bulundurması gerektiği belirtilerek aslında bu talebin savunma hakkı kapsamında değil, siyasi bir talebin karşılanması olduğu metni hazırlayanlarca da kabul edilmiştir. Peki, bu ihtiyaç nereden doğmuştur?
Tüm kamuoyunca bilinmektedir ki bu talep önce Oslo görüşmelerinde dile getirilmiş,ardından da KCK davası sanıklarının açlık grevleri ile kamuoyuna haklılık ve insani bir talebin kabulüymüş gibi algılatılarak meclis gündemine taşınmıştır.
KCK sanıkları tarafından 12.9.2012 tarihinde başlatılan açlık grevi taleplerinin birisi de anadilde savunmadır.Ancak bu eylem tasarının Bakanlar Kurulunun son aşamasında ve PKK terör örgütünün ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum liderinin çağrısıyla sonlandırılmış ve tasarının getiriliş amaçlarından birinin de açlık grevlerini sonlandırmak olduğu ifade edilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki tasarı yapılan müzakere ve anlaşmanın sonucunda TBMM gündemine taşınmak zorunda kalınmıştır.
Getirilen tasarı Anayasa m.3 de belirtilen Resmi dilin Türkçe olduğu ilkesine aykırı olup, ikinci bir resmi dil yaratma ve yargılamada da bu dili hakim kılma çabasının ürünüdür.
Anayasa m.3 “Türkiye Devleti ,ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir”
Anayasa m.4 Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez “
Anayasa’nın bu maddeleri uyarınca Resmi Dil Türkçenin değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecektir.Anayasa’da dahi bu konuda bir değişiklik yapılması mümkün değilken CMK 202.maddesine eklenecek bir fıkra ile kişinin istediği dilde savunma yapmasının düzenlenmesi , böylece yargılama dilinin değiştirilmesi açıkça Anayasa’ya aykırıdır.
Anayasa’ya aykırılık bu kadar açıkken anadilde savunmanın ve anadilde kamu hizmeti verilmesinin önündeki engellerin kaldırılacağı , AKP nin 30 Eylül kongresinde dillendirilmiş, kamuoyu hazırlanmaya başlanmıştır.
Alt komisyonda bu tasarı görüşmeleri yapılırken AKP cephesinden kamu hizmetlerinin anadilde verilmesine yönelik çalışmaların da başlatıldığı Başbakan yardımcısı Beşir Atalay tarafından övünçle açıklanmış, Anayasa Uzlaşma komisyonunun AKP li üyesi milletvekili Mustafa Şentop anadilde eğitim yapılması gerektiğini ifade etmiştir.
BDP ise zaten her platformda ceza ve hukuk yargılamalarında sözlü ve yazılı savunma dahil olmak üzere yargıda,kamuda, eğitimde Kürtçe’nin resmi dil olarak tanınmasını demokratik özerklik talebinin bir gereği olarak ,yani bir egemenlik hakkı olarak talep etmektedir
Türkçenin resmi dil olarak kullanıldığı alanlar olan yargı, yasama ve yürütmede resmi dilden vazgeçmek üniter devletin parçalanması sonucunu doğurur. Son dönemde kamu ve eğitimde resmi dil kavramı aşındırılarak ,çift dillilik meşrulaştırılmakta,ikinci resmi dilin Kürtçe olması yolunda çok ciddi adımlar atılmaktadır. Oysaki Türkçenin resmi ve ortak dil olması Türkiye’nin üniter yapısının sigortasıdır.
Von Humbolt’un söylediği gibi “Gerçek vatan aslında dildir.Vatandan en hızlı ,en kolay uzaklaşma dil yoluyla olur; ve hatta en sessizce gerçekleşen yol da budur.”
Türkçe’nin ortak ve resmi dil olması ülkemizde konuşulan diğer dillerin yok edilmesi yok sayılması ,yasaklanması ,geliştirilmemesi anlamına hiçbir zaman gelmez.
12 Eylül l980 darbesinden sonra çıkartılan Kürtçenin konuşulmasını yasaklayan 2932 s.yasa l991 yılında SHP iktidarı döneminde kaldırılmıştır. 1989 yılında SHP nin cesaretle yayınladığı Kürt sorununa ilişkin rapor ülkemizdeki kültürel haklarla ilgili yasakların kaldırılmasında büyük katkı sağlamıştır.Aynı şekilde Anayasa m.26 da 2001 yılında yapılan değişiklikle düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinde var olan dil yasağı kaldırılmıştır.2002 yılında 3984 s.yasada yapılan değişiklikle Televizyon yayınlarında Türkçeden başka bir dilde program yapma yasağı kaldırılmıştır.Özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik bu değişikliklerin tümü AKP iktidarı öncesinde yapılmıştır.
Halen ülkemizde Kürtçe yayın yapan özel ve resmi TV ve radyolar bulunmaktadır.Değişik Üniversitelerde Kürtçe,Arapça ve Süryanice lisansüstü eğitim yapılmaktadır.Türk vatandaşlarının günlük yaşamda kullandıkları farklı dil ve lehçelerde özel kurslar açılabilmekte ve son olarak da talep olduğu takdirde bu diller okullarda seçimlik ders olarak okutulabilmektedir.
AİHM Kültürel kimlik ve kültürel hak olarak resmi dilin dışındaki dillerin de geliştirilmesi gerektiğini ,ancak kamu hizmeti veren bütün özel ve kamu kuruluşlarının resmi dili kullanma zorunluluğu olduğunu,hizmet alan kişilerin de idari yetkililer ve kamu hizmetiyle ilgili işler esnasında resmi dili kullanmaları gerektiğini öngörmüştür.
Sonuç olarak AKP hükümeti tarafından getirilen tasarının uluslararası hukukta karşılığı yoktur.Aksine yargılama dilini değiştirmeyi amaçlayan bir siyasi yanı vardır.
AKP ve BDP tarafından savunulan bu önerge İnsan Hakları Komisyonuna muhalefet şerhi yazan BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü tarafından Lozan Antlaşmasının 39/5 maddesine dayandırılmakta ve l923 yılında aslında Kürtlere tanınan anadilde savunma hakkının o tarihten itibaren gasp edildiğini,şimdi ise gasp edilen bu hakkı talep ettiklerini belirtmektedir.
Oysaki Lozan Antlaşmasının Kesim lll Azınlıkların Korunması başlığı altında düzenlenen 37-45 maddelerinin son maddesi olan m. 45 de açıkça belirtildiği üzere
“Bu kesimdeki hükümlerle Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar Yunanistan’ca da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır” denmektedir.
Bu maddeden açıkça anlaşıldığı üzere azınlıkların korunmasına ilişkin Lozan Antlaşmasının 37-45 maddeleri , Müslüman olmayan ( Hıristiyan azınlıklar) açısından Türkiye’yi bağlamaktadır. Lozan Antlaşmasının müzakereleri sırasında bu konular aşağıdaki gibi açıkça tartışılmış ve Türkiye’deki azınlıklar Müslüman olmayanlar (Hıristiyanlar ) olarak ,Yunanistan’daki azınlıklar ise Müslümanlar olarak değerlendirilmiş ve Antlaşma bu anlayışla bağıtlanmıştır.
Azınlıkların haklarının korunmasına ilişkin Lozan Antlaşmasının 37-45.maddelerinin müzakere tutanaklarına bakıldığında
7 Ocak l923 tarihinde alt komisyon başkanı M.Montagna’nın l. Komisyon Başkanı Lord Curzon’a sunduğu raporda “ Azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin Türkiye’de oturan dil ve din azınlıklarının – Müslüman azınlıkları da içine almak üzere –hepsine uygulanması konusunda uzun bir tartışmadan sonra ,alt komisyon genel kapsamlı olan bir maddeye dayanarak bu hükümlerin uygulama alanının Müslüman olmayan azınlıklarla sınırlandırabileceği düşünmüştür…… can ve çalışma güvenlikleri için gerekli garantileri Türk Devletinin yeniden örgütlenişinde bulacak olan Müslüman azınlıkları bu öngörülen korumanın kapsamı içine almak istemekte direnmeyi alt komisyon mümkün görememiştir.” Beyanları yer almaktadır.( Lozan Barış konferansı tutanaklar-belgeler cilt l sh 310 –TBMM kütüphanesi)
9 Ocak l923 19 sayılı tutanakta İsmet Paşa “Azınlık terimine sınırlı bir anlam verilmesi müttefiklerce Türk temsilci heyetine yapılmış önemli bir taviz gibi gösterilmektedir.Türk temsilci heyeti durumu böyle görmemektedir.Türkiye’de hiçbir Müslüman azınlık yoktur.Çünkü kuramsal yönden olduğu kadar uygulamada da Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayrım gözetilmemektedir. Lord Curzon söz konusu Müslüman unsurların Türk Halkıyla tam bir anlaşma içinde iyi geçinecekleri umudunu açıklamıştır “ sözlerini söylemiştir. (Yukardaki kaynak cilt l.sh 307 )
Lozan Antlaşması tutanakları TBMM kütüphanesinde bulunmaktadır.Tarihi gerçekleri çarpıtarak bu gün dile getirilen talepleri Lozan antlaşmasına dayandırmak mümkün değildir.Üstelik Lozan Antlaşması gerekçe gösterilerek bu iddialarda bulunulduğuna göre , defalarca AİHM ne bu konuda başvurular yapılmasına rağmen neden anadilde savunma konusunda Lozan Antlaşması çerçevesinde bir tek dava için dahi olumlu bir karar çıkmamıştır.
Bu olayın hiç kabul edilemeyecek bir yanı da SEVR ANLAŞMASININ 145.maddesinde etnik azınlıklara ilişkin yapılan düzenlemenin son fıkrasında “Türkçeden başka dil kullanan Osmanlı vatandaşlarına mahkeme önünde lisanlarını sözlü veya yazılı olarak kullanabilmeleri için özel kolaylıklar tanınacaktır.” Sözleri ile ifade edilen metnin bugün yine gündeme getirilmesidir. Bu durum ülkemizin bütünlüğüne karşı yine bir tarihsel dayatma ile karşı karşıya kaldığımızı göstermektedir.
İşte bu nedenle özgürlüklerin önünü açan değil, Sevr’deki anlayışın dayatılması anlamına gelen ve AKP hükümeti tarafından getirilen önergenin kabulü mümkün değildir.
AKP iktidarının amacı gerçekten savunma hakkı önündeki engelleri kaldırmak olsaydı en başta doğal yargıç ilkesine aykırı olan olağanüstü mahkemelerin yani terör mahkemelerinin kaldırılması gerekmekteydi. CMK 250,251,252.maddeleri yürürlükten kaldırılmasına rağmen, geçici bir madde ile özel yetkili mahkemelerin yargılamalarına devam etmelerinin sağlanması bir hukuk ucubesidir.Bu mahkemelerde Balyoz,Ergenekon ve KCK ve diğer davalara devam edilmesi hangi evrensel hukuk kuralına uymaktadır.Bu mahkemeler AİHS de adil yargılama hakkını düzenleyen m.6 /1 de belirtilen bağımsız ve tarafsız mahkemeler midir?
AKP iktidarı adil yargılanma ilkesini ve savunma hakkını kutsal saysaydı bunun en vazgeçilmez ilkesi olan masumiyet karinesi kapsamında kişilerin suçlu ilan edilmesine izin vermez, halkın iradesi ile mecliste temsil edilme hakkını kazanmış milletvekillerinin haksız tutukluluklarına “yargı kararı, biz karışmayız” deme kolaycılığını göstermezdi. Bu konuda TBMM de üç partinin bir metinde mutabık kalmasına karşın, AKP tarafından kabul edilmeyip her nedense bu olayda özel düzenlemeye girişilmesi de manidardır.
Sanıkların bildirdikleri tanıklar dahi dinlemeden, sonradan üretildiğini iddia ettikleri dijital veriler bilirkişiye dahi gönderilmeden ,avukatları olmaksızın ağır hapis cezalarına çarptırılan Balyoz davasındaki sanıklar AİHS m.6 da belirtilen “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinden ve adil yargılanma hakkından yararlanabilmişler midir? Burada savunma hakkı ihlal edilmemiş midir?
Yönlendirilmiş gizli tanıklarla, hatta terör suçundan mahkum olmuş ya da hala daha terör suçundan yargılanan sanık konumundaki gizli tanıklarla , mahkum edilmeye çalışılan askerler,bilim adamları ve gazeteciler adil yargılanma hakkından yararlanabilmekte midirler? Gizli tanıkların kimliklerini,kendilerine karşı duydukları husumeti ve toplum içindeki güvenirliklerini,somut olaylardaki konumlarını bilmeksizin ,görünmeyen bir gizli güce karşı savunma hakkını dahi kullanamayan sanıkların adil yargılanma hakkı ihlal edilmemiş midir? Sınırsız oturum yasakları ile avukatların ve sanıkların duruşmalardan men edilmeleri savunma hakkının kısıtlanması değil midir?
Yıllardır hiçbir haklı gerekçe olmaksızın sadece yazdıkları kitaplar,ya da yazıları nedeniyle ,dışarıdan bilgisayarlarına gönderilen virüslü yazılımlarla ,uydurma dijital verilerle tutuklu bulunan kişilerin bırakınız savunma haklarını ,yaşam hakları,özgürlükleri gasp edilirken asıl insan hakkı ihlali, adil yargılanma hakkı ihlali burada yaşanmıyor mu?
Ağır hasta konumunda olan,iyileşmesi mümkün dahi olmayan tutuklu ve hükümlülerin tedavileri yeterince yaptırılmaksızın ölümcül duruma gelinceye kadar cezaevinde alıkonmaları insan hakkı ihlali değil midir?
Gerçek anlamda savunma hakları ,adil yargılanma hakları ihlal edilen binlerce tutuklu ve hükümlünün yaşadığı sorunlar görmezden gelinmekte ve AKP iktidarına muhalif olan insanların cezaevinde tutulması için her türlü hukuki ve fiili durum sonuna kadar kullanılmaktadır.
AİHM de uzun tutukluluk ve yargılama süreleri, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde yargılamaların yapılmaması vb nedenlerle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6.maddesinin hemen tüm maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye mahkumiyet almıştır.Tek mahkumiyet almadığı konu m.6/3-e bendinde düzenlenen “mahkemede kullanılan dili anlamadığı ve konuşamadığı takdirde bir tercüman yardımından ücretsiz olarak yargılanmak “ hakkıdır. Bu konuda uluslararası bağımsız kuruluşların raporları ve AB ilerleme raporları dahil en ufak bir eleştiri bugüne kadar gündeme gelmemiştir. Ancak ne hikmetse AKP hükümeti Türkiye’nin mahkumiyet kararı aldığı diğer hak ihlallerine yönelik bir düzenleme yapmamakta, mahkumiyet alınmayan tek ilke olan Ceza yargılamalarında ücretsiz tercüman tayin hakkına yönelik bir düzenleme yapma gereğini duymaktadır.
AKP hükümeti Oslo’da yapılan pazarlıkların sonucu olarak yerel yönetimleri güçlendirme iddiasıyla Büyükşehir (bütün şehir) tasarısını dayatmış ve Türkiye’nin İdari yapısını değiştirecek idari federalizmin yolunu açacak bir düzenlemeyi meclisten geçirmiştir.Şimdi ise aynı anlayışla ve aynı amaca hizmet edecek ,açıkça yargı dilini değiştirmeye yönelik bu tasarıyı TBMM gündemine getirmiştir.
AKP hükümetinin getirdiği bu tasarıyla, yapay olarak yaratılan sorun, HSYK eliyle çözülebilecekken, ne yazık ki çözülmemiş , yapay olarak yaratılan gündemle yargıda çift dilliliğe neden olacak, toplumu ayrıştıran ve bölen, anayasanın 3. maddesine açıkça aykırı, Türkiye’nin yargılama dili üzerinden üniter yapısını hedef alan bir düzenleme yapılmak istenmektedir. Bu nedenle ülkemiz için taşıdığımız tarihi sorumluluğumuz gereği, AKP hükümet tasarısı ile Ceza muhakemesi Kanunu 202. maddesinde yapılmak istenen düzenlemeye muhalefet şerhi koyuyoruz.
Tasarının diğer maddeleriyle ise ceza infaz sistemine yönelik düzenlemeler ve bu düzenlemelerin bir kısmıyla da artan cezaevi mevcudunu azaltmaya yönelik tahliye seçenekleri getirilmektedir.
Tasarının 2.maddesiyle 5275 s Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin infazı hakkındaki kanunun 16.maddesinde yapılmak istenen değişiklikle“maruz kaldığı ağır hastalık veya sakatlık nedeniyle ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyen ve toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen mahkumun cezasının iyileşinceye kadar geri bırakılabileceğine” ilişkin bir düzenleme getirilmektedir.
Bu düzenleme yeterli değildir.Bu düzenlemeye “Hastalığının ilerleme riski olan ve hayati tehlike içeren ,hastane koşullarında sıkı takibi gereken “ kişilerin de eklenmesi yönündeki önerimiz reddedilmiştir.
Yine bu maddede halen uygulanmakta olan ağır hasta mahkum ve tutuklularla ilgili verilecek raporlarda son onay mercii Adli Tıp Kurumudur.Adli Tıp Kurumu ise ne yazık ki hasta ölümcül bir vaziyete gelinceye kadar diğer hastanelerce verilen raporları onaylamamaktadır. Oysaki önemli olan hastanın en iyi koşullarda tedavi olmasının sağlanması ve hayata yeniden döndürülmesi olmalıdır. Cezaevi koşullarında ise bu mümkün değildir.Bu nedenle Adalet Bakanlığı tarafından belirlenecek diğer üniversite ve araştırma hastanelerinin vereceği raporların da geçerli olması ve Adli Tıp Kurumunca onay verilmesinin kaldırılmasına ilişkin talebimiz reddedilmiştir.
Tasarının 2. ve 3. maddesinde 5275 s. Yasanın 16. ve 17.maddelerinde 3 yılın altında ceza almış olan ve cezaevinde gebe kalmış kadınlara yönelik ve kasten işlenen suçlarda 3 yıl ve altında ceza almış kişilere yönelik ya da en azından çocuklar açısından terör suçu ya da adli suç ayrımı yapılmaksızın infazın ertelenmesinin ve infaza ara verilebilmesinin mümkün olması yönündeki önerimiz kabul edilmemiştir.
Her iki maddenin de şu anki halinde terör suçu ,adli suç ayrımı yapılmamaktadır.Üstelik AKP iktidarı döneminde bağımlı ve taraflı haline gelen yargı eliyle parasız eğitim isteyen gençler,bildiri dağıtan kişiler,hatta özlük hakları için basın açıklaması yapan sendikacılar.memurlar terör suçu kapsamında yargılanabilmekte ve ceza almaktadırlar.3 yıl ve altında ceza almış kişilerin zaten silahlı terör örgütü üyesi olması gibi ya da ciddi cinsel istismar suçu olan ırza tecavüz gibi suçları işlemiş olmaları mümkün değildir.Sanığın 3 yıl ve altında ceza aldığı suçlar toplum gözünde de hafif nitelikli suçlardan sayılacağından bu suçlara ilişkin infaz sisteminde bir ayrım yapılması doğru değildir. Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı böylesi bir ayrımın yapılması durumunda AKP iktidarında yargıda yaratılan tahribat nedeniyle infaz erteleme sisteminden AKP hükümetinin sakıncalı gördüğü hiç kimse yararlanamayacaktır.
Adalet komisyonunda tasarının görüşmeleri sırasında bu konulardaki önerilerimizin dikkate alınacağını umuyoruz.
Yukarıda ayrıntılı olarak anlattığımız üzere özelikle tasarının l. maddesiyle getirilen Türkçe bilen sanığın istediği dilde savunmasını yapabilmesi ve bu nedenle tercüman tayin edilmesine yönelik düzenlemenin
-Uluslararası hukukta bir karşılığı olmadığından ve AİHS m.6 Adil yargılanma hakkı çerçevesinde ülkemize böylesi bir yükümlülük yüklenmediği gibi AİHM de bir mahkumiyet kararı olmadığından;
-Resmi dili bilen kişiler açısından istediği dilde savunma yapabilmesine ilişkin hiçbir demokratik ülkede bir düzenleme olmadığından;
-Lozan antlaşması m.39/5 Müslüman olmayan (Hıristiyan) azınlıklara yönelik bir düzenleme olup, getirilen bu tasarının böylesi bir dayanağı da bulunmadığından
-Düzenleme Anayasa m.3 “Türkiye devleti ,ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.Dili Türkçedir ve Anayasa m.4 “…3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez “ hükümlerine açıkça aykırı olduğundan ve Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri açıkça çiğnenip ANAYASA’YI İHLAL SUÇU İŞLENDİĞİNDEN ;
-Bu düzenleme ile yargıda çift dil yaratılacağı gibi,kamuoyuna yansıtıldığına göre yakın zamanda kamuda ve eğitimde de Kürtçenin ikinci dil olacak şekilde düzenlemelerin TBMM gündemine getirileceği ,bu düzenlemelerin ise ülkenin üniter yapısını hedef alması nedeniyle , ülkenin bölünmesine yol açacağından ;
ÜLKEMİZE KARŞI DUYDUĞUMUZ TARİHSEL SORUMLULUK GEREĞİ TASARIYA MUHALAFET ŞERHİ KOYUYORUZ. 26. 11 .2012
Dilek Akagün Yılmaz Ömer Süha Aldan
Uşak Milletvekili Muğla milletvekili