,

Heyelanların nedenleri ve çözüm önerileri

GİRİŞ: Son yıllarda Doğu Karadeniz Bölgesinde  sel ve  heyelan  felaketleri  daha sık yaşanır olmuştur.En  son 26.08.2010 tarihinde Rize ilimizde meydana gelen  toprak  kaymaları ve su baskınları  nedeniyle can ve mal kayıpları  yaşanmıştır. Bölgede yaşanan bu felaket ile daha önce  yaşanmış  ve muhtemelen gelecekte de yaşanabilecek olan buna benzer felaketlerin oluşmasında  en etken faktörlerin başında yörenin hızla  ormansızlaşması gelmektedir. Yöredeki  ormansızlaşmaya  da yürürlükteki  “Orman Yasası” ile bu yasa ile yapılmaya zorlanan “Orman Kadastro  Çalışmalarının”  etkisi  çok fazla olmuştur.  

 Yöredeki  ormansızlaşmanın heyelan ve su baskınlarının oluşmasındaki   etkisi sadece “ormanların   toprağı  koruyucu özelliği” ile sınırlı olmayıp, ormanların  “ küresel  ısınmanın panzehiri” olma özelliği de heyelanların oluşmasında  önemli bir rol oynamıştır. Küresel ısınmanın panzehiri olan ormanların azalması iklim değişikliklerine neden olmuş, yörenin   mikro klimasını da  olumsuz etkilemiştir. Yöredeki  iklim bozukluklarından dolayı oluşan   yoğun  ve şiddetli  yağışlar da sel ve  heyelanların  oluşmasında  etkili olmuştur.                      

 1956 yılında yürürlüğe giren “ 6831 Sayılı Orman Yasası”  bölgenin  gerçekleri ile  asla  bağdaşmamıştır.Orman yasası, ormanlık alanların tamamını devlete ait olduğunu öngörmüş, vatandaşa ait olan ormanın mülkiyet  hakkını ise  kesinlikle tanımamıştır.Vatandaşın mülkiyet hakkı sadece ağaç ve ormandan dolayı geçersiz sayılmış, tapulu da olsa  vatandaşın arazisine  devlet adına el konulmuştur. Bu durum, ormanla vatandaş  arasında yıllardır süregelen “hısımlığı”  son yıllarda ateşli bir “hasımlığa” dönüştürmüştür.Ormanla vatandaş arasına  hasımlık  girince de bölgedeki ormanlar hızla yok edilerek  tarım  arazilerine 
 
dönüştürülmüştür.Bu dönüşümden dolayı  doğanın dengesi  büyük ölçüde bozularak heyelanlara davetiye çıkarılmıştır.
 
 Bölgenin  arazi yapısının dağlık ve çok meyilli olması, doğal dengenin
 
sürdürülebilirliliği  için  ormanlık alan oranının  yüksek olma gerekliliğini
 
zorunlu  kılmıştır.Bilimsel  araştırmalar ve teknik gözlemler bu oranın en az  % 70-80 olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, ne yazık  tır ki  yürürlükteki  orman yasasından  dolayı  bölgedeki ormanlık alan oranı olması gerekenden çok daha düşük olup, %30-35 düzeyindedir. Kaldı ki  mevcut ormanlar  üzerindeki yasanın olumsuz etkisi günümüzde de hala devam etmektedir.
 
 Yürürlükteki  “orman  yasası”  ile  bu yasa ile  yapılmaya zorlanan “orman kadastro çalışmaları” bölgede vatandaşa ait  orman bırakmamıştır. Yıllardan beri yapılmakta olan orman kadastro çalışmalarında;  ormanını  yok edip, yerine tarım yapanlar adeta ödüllendirilerek mülkiyet hakları geçerli sayılmış, ormanını koruyanlar da cezalandırılarak mülkiyet haklarına  devlet adına el konulmuştur. Vatandaşın ağaç ve orman sahibi olabilmesi devlet eli ile resmen  yasaklanmıştır. Orman kadastrosunun haksız ve adaletsiz uygulamaları, ağaç ve ormana karşı yöre insanının husumetini artırmış, mülkiyet hakkının alınabilmesi  için de ormanın ve ağacın yok edilmesi gerekliliğini yaygın bir inanca dönüştürmüştür. Bu inanç ve husumet  de  yöredeki    ormansızlaşmayı  körüklemiştir. İstanbul’un  boğaz sırtlarındaki ormanların yarısına yakını özel mülkiyette olmasına rağmen, Rize’de ya da Karadeniz’in diğer illerinde bu oranın “0” olması, geçmişten günümüze kadar yapılan hataların anlamlı bir özetidir.
 
 Yörenin  ormansızlaşmasına  neden olan tek faktör  sadece orman yasaları olmayıp, ormancılık teknikleri de  ormansızlaşmaya neden olmuştur. Ülkemizdeki  ormancılığın  dayanağını oluşturan tekniklerin bir çoğu bilimsel araştırmalar sonucu tespit edilmemiş, orta Avrupa ormancılığından tercüme edilerek ithal edilmiştir.Ülkemiz gerçekleri ile bağdaşmayan bu teknikler de ormanların  tahrip  edilmesine önemli ölçüde  katkı sağlamıştır.  

 SORUNLAR: 1945 yılında yürürlüğe giren 4785 sayılı orman  yasasıyla  bütün ormanlar mülkiyetlerine bakılmaksızın  devletleştirilmiştir.4785 sayılı bu yasanın yürürlüğe girmesinden önce adete et-tırnak gibi iç içe olan  “orman ile insan yaşamı” arasındaki  ilişki, yasanın yürürlüğe girmesinden sonra ne yazıktır ki  büyük bir hızla bozulmuştur. Orman ile insan yaşamı  arasındaki  bu birlikteliğin  bozulmuş olması her iki yaşamı olumsuz etkilemiştir .Bu durum, hem insan yaşamı hem de orman yaşamı adına vahim sonuçların doğmasına neden olmuştur.
 
 1950 yılında yürürlüğe giren 5653  sayılı  yasa  ile  tapulu ormanların sahiplerine iade edilmesi öngörülmüş ise de  uygulanması  oldukça kısa bir süre ve sınırlı bir sayıdan öteye  geçememiştir. Her şeye rağmen bu yasanın yayınlanmış olması, ormancılıktaki özel mülkiyet hakkının  tanınması adına önemli bir gelişme olmuştur. Ancak, bu  yasa  daha  çok  İstanbul  gibi arazi  rantının çok yüksek olduğu yerlerde uygulanmıştır. Arazi rantının   düşük olduğu D. Karadeniz Bölgesi gibi yerlerde ise bu yasa neredeyse hiç   uygulanmamıştır. Özel mülkiyete konu olan ormanların önemli bir bölümünün İstanbul’da olması, ülke genelinde ormanların sadece % 1’i özel orman iken bu oranın İstanbul ormanlarında % 3’ü geçmesi, İstanbul Boğazının her iki sırtlarındaki ormanlarda özel orman oranının % 50’ye kadar  yükselmesi , D.Karadeniz Bölgesindeki  bu oranın % 0’larda  kalması, Türk  Ormancılığının özel mülkiyet tespitinde çok kötü bir sınav verdiğinin ispati olarak tarihteki yerini almıştır.Türk ormancılığında özel mülkiyet hakkı, ne yazıktır ki hakkı olana değil de hakkını  alabilene tanınabilmiştir.
 
 Günümüzdeki  orman  yasası  1956 yılında yürürlüğe giren 6831 sayılı yasadır. Bu yasa da önceki yasalar gibi  insan yaşamını tamamen  göz ardı ederek daha çok  ağaç ve orman  yaşamını önemli kılmıştır. Yasa, insan ile ormanın birlikte yaşamasını adeta yasaklamıştır. Yasakların dayanağını bilimsel ve teknik gerçeklerden  daha çok  polisiye ve jandarma   yaptırımları   oluşmuştur.Yasanın  yasakçı ve devletçi  özelliği daima vazgeçilemez bir ilke olmuştur.Bütün cümleler  emir fiilleri ile son bulmakta,tamamı emredici özellikler taşımaktadır.Onun içindir ki ,Orman Yasası uygulayıcıya kayda değer hiçbir inisiyatif  bırakmamıştır.
 
 Bölgedeki orman  ile insan  yaşamının birlikteliği geçmişte et tırnak gibi iç içe idi. Her iki yaşam arasında belirgin  hiçbir sınır yoktu. Kaldı ki  bu yaşamların kesin ve değişmez  çizgilerle birbirinden ayrılması da asla mümkün değildir. Buna rağmen, yürürlükteki orman yasasında tanımlanan  sınır oldukça  katı kurallarla belirlenmiş ve keskin hatlardan  oluşmuştur. Yasanın bu özelliğinden dolayı geçmişte  et-tırnak gibi iç içe bir birliktelik oluşturan insan yaşamı ile orman yaşamı, orman kadastro çalışmaları ile  kesin ve değişmez hatlarla birbirinden ayrılmaya zorlanmıştır. Bu zorlama, büyük  kaosların yaşanmasına neden olmuş ve yöredeki ormansızlaşmanın da fitilini ateşlemiştir.
 
           Orman  yasalarından kaynaklanan sorunların çözümü amacı ile zaman zaman yasal  değişikliklere  gidilmişse de  bu değişikliklerin hiçbiri mülkiyet sorunlarını çözememiş, aksine var olan sorunların daha da artarak kronikleşmesine neden olmuştur. Yapılmış  olan yasal  değişikliklerin tamamı, ormanın ve ağacın vatandaşa ait olabilirliliğine katkı sağlamamış, ağaç ve  ormanın  vatandaşın mülkiyetini  engelleyen  etkisini de ortadan kaldıramamıştır. Ne acıdır ki,yıllardan beri mülkiyetle ilgili  orman yasalarında yapılan  değişikliklerin tamamı ormanı tahrip edenin lehine, koruyanın da hep aleyhine  olmuştur.Bundan dolayı   ormana ve ağaca karşı oluşmuş olumsuzluklar artarak devam etmiştir.
 
 Toplumdaki  “sosyo-kültürel” ve “sosyo-ekonomik”  değişimler  dikkate alınarak gerekli yasal değişliklere gidilmemiştir. Yaşanacak sorunların önceden tahmin edilmesi ve ona  göre  önlem  alınması  yerine  maalesef sorunların yaşanmasından sonra çözüm üretilmeye  çalışılmıştır. Bu anlayışla yapılmış olan bunca  değişiklikler, sorunların  çözümünde hiçbir zaman  etkili   olamamıştır.Yasal değişikliklerin  gerekçeleri ile yaşanan gerçek sorunlar arasında hiçbir zaman somut ve anlaşılabilir bir ilişki  kurulamamıştır. Yasal değişiklikler çoğu zaman siyasi iradenin  zorlamasıyla  gerçekleştirilmiştir. Bürokratik irade ise daima siyasi iradenin güdümünde kalmıştır. Siyasi irade yerine bilimsel ve teknik gerçekleri dikkate alabilen bir bürokratik irade ne yazık ki çoğunlukla yaşam bulamamıştır. Sorunların çözüm şekli  her defasında tüm tarafların katılımları ile çok detaylı araştırılarak ortaya konulamamıştır.     
 
 Ülkemizdeki ormancılığı düzenleyen yasalar, ormanla-insan arasındaki husumeti artırmış, ağacın ve ormanın mülkiyeti engelleyen bir öcü gibi görünmesine neden olmuştur. Kadastro çalışmalarında vatandaşa ait olan  ağaçlı  bir  arazinin özel mülkiyete konu olabilmesi için arazide bulunan ağaçların yok edilmesi gerekliliği yaygın bir inanca  dönüşmüştür. Ne yazık ki,  ormanı ve ağacı yaşatmak adına misyon yüklenmiş olan ormancılık teşkilatını yöneten en yetkili kişilerde de bu inanç  yaşam bulmuştur. Ormancılık yasalarının etkisiyle oluşan bu inanç ve husumetten  dolayı; toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerine paralel olarak insan yaşamı ile  orman yaşamı  birbirlerinden ciddi anlamda  uzaklaşmış, İnsan yaşamımın olduğu yerde ormana, orman yaşamımın olduğu yerde de insana nerede ise rastlanılmaz olunmuştur.
 
 Doğu  Karadeniz  Bölgesi  edafik, klimatik ve topoğrafik yapısıyla  diğer coğrafi bölgelerimizden büyük  farklılıklar göstermektedir. Bundan dolayı orman yasaları, bu bölgeyi  diğer  bölgelerden  çok  daha farklı etkilemiştir. Yıllardan beri ekonomik gerekçeler ve  yaşam  şartlarından  dolayı  düşük rakım ve yerleşim yerlerinin yakınlarındaki  ormanlar “fındık ve çay bahçelerine”, yüksek rakım ve yerleşimden uzaktaki tarım arazileri de yer yer ormana dönüşmüştür. Bu dönüşüm süreci, yasaklara rağmen ve yasalara aykırı olarak yaşanmıştır. Son yıllarda bölgenin gerçekleri ile bağdaşmayan orman yasası ile yapılmaya zorlanan “orman kadastro çalışmaları”, geçmişte ekonomik ve yaşam şartlarının etkisi ile sonradan oluşan  ormanların da hızlı bir şekilde tahrip edilmesine neden  olmuştur.Özellikle son yıllarda, bölgenin gerçekleri ile uyum sağlamayan orman yasası ile yapılmaya zorlanan kadastro çalışmalarından dolayı kiralanan  iş makineleri  ile kitlesel orman tahriplerinin yaşanmasına neden olunmuştur.Özellikle son yıllardaki kitlesel orman  tahriplerindeki  ana  amaç;  orman kadastro çalışmaları sonucunda atasından kalan arazisine sadece üzerindeki ağaçlardan dolayı devletin el koymasına engel olabilmektir. Yöre insani kadastro uygulamalarından o kadar ürkmüş ki, heyelana maruz kalmış arazisindeki ağaçları bile  devlet el koyar korkusu ile kesmek zorunda  kalmıştır.
 
 Gerek,geçmiş  yıllardaki  ekonomik zorunluluktan  gerek ise, son yıllarda ki “orman kadastro çalışmalarından”  dolayı yörede binlerce hektar  ormanlık alan yürürlükteki yasalara aykırı olarak hızla yok edilmiştir. Ormanların  yok edilmesine  neden olan bu değişim süreci ne yazıktır ki  hiçbir zaman doğru yönetilememiştir. Ne geçmişte ormandan da tıp ki çay ve fındık gibi  ekonomik faydalanabilme esasları  geliştirilebilmiş, ne de günümüzde  ormana dönüşen tarım arazilerinin vatandaşa mal olmasına  imkan sağlayan yasal değişikliklere gidilebilmiştir. Her iki durum da tartışmasız tamamen yönetim  hatasıdır. Buna rağmen, ne yazıktır ki hatanın faturasını  her zaman yöre insani ödemiştir.Bu fatura, bazen çamur altında can vererek bazen de hayatı boyunca  mahkeme kapılarında hak aramayla  ödenmiştir.
 
 31.12.1981 kadar tarım arazisine dönüştürülen  ormanlık sahaların orman dışına çıkarılabilmesine imkan sağlayan yasal değişikliklere(2B yasaları) sık sık gidilirken, şahıslar adına tapulu olup  orman özelliğini devam ettiren sahalar ile geçmişte tapulu ya da tapusuz tarım arazisi olup, işlenmeyerek bölgenin iklim,toprak ve bitki örtüsünden dolayı kısa bir sürede ormana dönüşen yerler için yasalarda hiçbir değişikliğe gidilmeyerek bu yerlerin hala devlet ormanı olarak tanımlanmış olması, ormanların tahrip edilmesine önemli bir gerekçe oluşturmuştur.Ne yazıktır ki  yıllardan beri özellikle arazi rantının yüksek olduğu şehirlerde  kaçak  binalarla işgal edilmiş hazine ve orman  arazilerine işgal eden  adına tapu dağıtılırken, ağaç ve ormanın işgal   ettiği tapulu arazilere de devlet adına el konulmuştur.Bu çelişki, ormanların tahrip edilmesine kamuoyu vicdanında da haklı bir karşılık bulmasına zemin hazırlamıştır.  
 
 1990’li yıllarda demokrasiye geçen birçok ülkede bile son yirmi yılda özel orman oranı   %  0’ dan  % 30’a kadar çıkmıştır. Bu ülkelerden 70 yıl önce demokrasiye geçmiş olan  ülkemizde  özel orman  oranı % 1 olup, bu oran uzun yıllar boyunca  asla değişmemiştir. Günümüzde  özel orman oranın değişmeden hala  % 1’lerde  kalmış olması, ormancılığımızdaki  statükonun  bir sonucudur. Bu statükonun  egemen olduğu orman yasası ile yapılan kadastro çalışmaları, ormanların tamamına yakınını  devlet adına tescil ederek ormancılıktaki özel mülkiyetin gelişmesini tamamen engellemiştir.Günümüzde ülkemizden başka   ormancıktaki mülkiyet hakkının tamamına yakını devlete ait olan başka bir ülkeye rastlamak  mümkün değildir.Ormancılık sistemimizin ana kaynağını  oluşturan  Orta  Avrupa  ülkelerindeki  özel orman  oranı  % 70 düzeyindedir. Orta Avrupa Ormancılığının bir çok özelliği “Türk Ormancılığı” tarafından benimsenmiş olmasına rağmen,  özel mülkiyetteki gelişimi  asla dikkate alınmamıştır.
 
 Ülkemizde  olduğu gibi  ormanı korumaya  yönelik  çok katı  yasal yaptırımların  olmadığı  dünyanın  birçok  gelişmiş  ülkesinde  tarım ya da yerleşim amacı ile orman tahripleri  nerede ise hiç  yaşanmamıştır.  Bu  ülkelerin  anayasalarında  orman ve ormancılıkla ilgili hiçbir hüküm  olmadığı gibi yasalarında da ormanların korunmasına ilişkin çok katı hükümler de bulunmamaktadır. Bu ülkelerdeki ormancılık bizde olduğu gibi  “yasak ve yasal yaptırım” dengesine göre değil,“koruma ve kullanma”  dengesine göre düzenlenmiştir. Koruma ve kullanma dengesinin tamamen göz ardı edildiği, ormanı koruma adına yasak ve yasal yaptırımların yasanın   dışında  anayasada da güvenceye  alındığı  ülkemizde  ise tarım ve yerleşim amacı ile orman tahriplerinin önüne  hiçbir zaman  geçilememiştir. “Ormanların korunmasını yasaklara, mülkiyet hakkının tanınmasını   da  ormansızlığa   bağlamış  bizden başka ülkeye  rastlamak  mümkün değildir.”                

 Ormancılık teşkilatları, ormanların artırılması amacı ile  günümüze kadar çok önemli ağaçlandırma çalışmaları yapmıştır. Zaman  zaman da ağaçlandırma kampanyaları düzenlemiştir. Bu çalışmaların tamamı devletin mülkiyetindeki ormanlık alanların artırılmasına yönelik olmuştur. Vatandaşın mülkiyetindeki ormanları  artıramayan  yöntemlerle  ormanlık alanların istenilen düzeyde artırılabilmesinin  mümkün  olamayacağı ne  gerçeği ne yazık ki hep göz ardı edilmiştir . Bu nedenle günümüze kadar bu bölgede yapılan ağaçlandırma çalışmalarında hiçbir zaman  başarılı olunamamıştır.Çağdaş, modern  ve demokratik  bir ülkede devletin dışında vatandaşın da ormanları olması kaçınılmazdır. “Ormanlarının tamamına yakını devlete ait olmasına rağmen; yine devlet eliyle devlet ormanlarını artırmaya yönelik çalışmalara ülkemizden başka dünyanın hiçbir ülkesinde rastlamak mümkün değildir”.Ağaçlandırma ve ormanlaştırma  çalışmaları  vatandaşla birlikte ve vatandaşa mal edilmedikçe bu çalışmalarda   başarılı olunamayacağı çok açıktır. Ne yapılırsa yapılsın,  tamamı devlete  ait  olan ülkemiz  ormanlık alan oranının  % 27’ den daha yükseklere çıkarılabilmesi asla mümkün olamayacaktır. Ülkemiz şartlarında ormanlık alan oranının  artırılmasının   tek yolu özel ormanların artırılmasıyla mümkün olabilecektir.

 Ülkemizdeki ormanların mülkiyet hakkını tek taraflı olarak devlete bırakan “orman yasaları” ormanların artmasının önündeki en büyük engel olmuştur. Mülkiyet hakkına sahip olabilmesi için  atasından kalan  doğal ormanının yok edilmesi gereğine inanan vatandaşın  ağaçlandırma çalışmalarına katkı yapabilmesi mümkün değildir. Yeşil masalar kurup, meydanlarda da  fidan  dağıtmakla bu katkının  sağlanabileceğine  aklı başında olan ve ülke ormancılık gerçeklerini bilen hiçbir kimsenin inanabilmesi asla mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, ülkenin ve bölgenin ağaçlandırma  ve  ormanlaştırma  sorunları ne meydanlarda fidan dağıtmakla ve ne de   yeşil masalar kurmakla çözülemeyecek kadar önemlidir. Köklü geçmişe ve güçlü yapısına rağmen, Orman Teşkilatının bu gerçeği hala kavrayamamış olması, kalıcı çözümler üretmek yerine şova dayalı  günlük ve pansuman çözümlerle oyalanması, izaha  muhtaç çok önemli bir çelişkidir.
 
      Günümüz   ormancığında  özelleştirme  faaliyetleri  sadece mülkiyetteki haklara yansıtılmamıştır. Mülkiyet hakları dışındaki  ormancılığın  bir çok faaliyetlerinde özelleştirmeye yönelik bir çok kez yasal değişikliklere gidilmişken, ormanın ve ağacın  toprağı ile birlikte vatandaş tarafından da sahiplenebilmesi yönünde  en ufak bir adım dahi atılamamıştır. Günümüzde rantı yüksek  olan  ormanlık alanların kullanım hakkı  değişik projelerle özel sektöre devredilmiştir. Bu gün rantı yüksek  olan  su  üretim ve  depolama tesislerinden –mıcır ve beton üretme tesislerine kadar bir çok tesis ve fabrika için ormanlık alanlardan çok rahat  izin verilebilmektedir. Buna rağmen, arazi rantının çok düşük olduğu Doğu Karadeniz  Bölgesinde  vatandaşın arazisindeki ağacın ve ormanın kullanılmasına kesinlikle izin verilmediği gibi devlet adına bu ormanlara el konulmaktadır. Orman arazilerinin ranta dayalı kullanım haklarının özel mülkiyete devredilmesinde  günün şartlarına ve ekonomik değişimlere göre olabildiğince esnek davranılarak sık sık yasal değişikliklere gidilmiştir. Rantı düşük olan bölgelerde ağacın ve ormanın özel mülkiyete mal  edilmesinde   ne günün şartları ne de ekonomik gelişmeler hiçbir zaman dikkate alınmayarak yasal değişikliklere gidilmemiştir.Bu durum, orman yasalarının değiştirilmesinde  rantın etkisinin yadsınamayacak  kadar etkili  olduğunu  açıkça ortaya koymuştur.   
 
         Doğu Karadeniz Bölgesinin arazı yapısının çok eğimli ve engebeli olması, bu yapının sürdürülebilirliği  için  ormanlık alan oranının yüksek olmasını zorunlu kılmıştır. Yapılan bilimsel araştırmalar ve teknik gözlemler, bu bölgedeki ormanlık alan oranının en az % 70-80 düzeylerinde olması gerekliliğini ortaya koymuştur. Bölgenin geçmiş  tarihindeki  doğal ormanlık alan oranının da bu düzeylerde olduğu bilinmektedir. Yürürlükteki orman yasalarının olumsuz etkisinden dolayı yıllardan beri yaşanan orman tahribi neticesi bu gün ki ormanlık alan oranı ne yazık tır ki olması gerekenin yarısı kadar olup,bu  da % 30-35 düzeyindedir.
 
 Orta Avrupa  Ülkelerinden  tercüme edilerek ithal  edilen ve ülkemiz gerçekleri ile bağdaşmayan  ormancılık  teknikleri ile  de yöre  ormanları  tahrip  edilmiştir. Yıllardan beri  uygulanmakta olan ormancılık teknikleri yöre şartlarına göre araştırılarak ortaya konulmamış,bir çoğu orta Avrupa ormancılığından ithal edilmiştir.İthal edilen tekniklerle yapılan ormancılık çalışmaları da ormanların tahrip edilmesine neden olmuştur.Orman Fakültelerinde  yörenin asli ağaç türü olan  kızılağacın yerine  yıllardır Amerika ve Japon ağaçları öğretilmiştir.Bu ağaç türleri ile yapılan ağaçlandırmaların  başarısı adına da kızılağaçla sürekli mücadele  edilmiştir.İthal edilen gençleştirme metotları  ile  Ladin ormanlarına  büyük zararlar verilmiştir.İthal edilen metotlarla ladin ormanlarının    önemli  bir   kısmı  böğürtlenliklere, kızılağaç  ormanları da Amerikan ve Japon ağaçlarına  dönüştürülmüştür. İthal ağaçlarla yapılan ağaçlandırmalar da  zamanla  böcek  tahribatı   ve  orman yangınları  ile  yok olmuştur.         

 ÇÖZÜM ÖNERİLERİ: Öncelikle bölge gerçekleri ile bağdaşmayan yasalarla yapılmaya zorlanan “orman kadastro çalışmaları”  hemen durdurulmalı, kesinleşmiş orman kadastro çalışmaları da tekrar  gözden  geçirilmelidir. Özel mülkiyeti  tanımayan, ormanı ve ağacı devletin tapusu gibi gören orman yasaları ile yapılan orman kadastro çalışmaları ile yörenin ormanlık alanları hızla yok edilmiştir. Orman kadastro çalışmalarının   çok düşük olduğu geçmiş yıllarda bölgenin ormanlık  alanları  bugünkünden  çok daha fazlaydı. Özellikle son yıllarda orman kadastro çalışmalarının artırılması ile birlikte ormanlık alanlarda kayda değer ölçüde bir azalma yaşanmıştır. Bölgedeki ormanlık alan oranı ile orman kadastro çalışmaları arasındaki  korelasyon  ters orantılı olup, kadastro çalışmaları arttıkça ormanlık alanlar da azalmıştır. Bu korelasyon  herkes tarafından  özellikle de yöneticiler tarafından çok iyi  bilinmektedir. Buna rağmen, orman kadastro çalışmalarının  devam ettirilmesindeki ısrarın günümüzde de artarak devam  etmesini  anlamak ne yazık ki  mümkün değildir. Hiç şüphesiz ki ormanların korunması adına sürdürülen  bu ısrar ne yazı ki ormanların tahrip edilmesine neden olmuştur. Bölgenin orman varlığının artırılması için bu ısrardan derhal  vazgeçilmelidir.Nitekim, orman varlığını artırmayan ormancılık faaliyetleri sürdürülebilir de değildir.
 
 Bölgedeki heyelanların  nedenini  oluşturan  ormansızlaşmanın  önlenmesi ve ormanlık alanların artırılması  için yürürlükteki  6831 sayılı  orman yasası ile Anayasanın 169. ve 170. maddeleri   bir an önce  değiştirilmelidir. Yürürlükteki yasal mevzuat, ormancılıktaki  özel mülkiyet hakkını gerçeklerle  bağdaşmayan  yaptırımlarla  büyük ölçüde  kısıtlayarak devlet eliyle resmen yasaklamıştır. Bölgedeki yaşamın güvenli ve sürdürülebilir olmasının en etkin yolu “insan yaşamı” ile “orman yaşamının” geçmişte olduğu  gibi tekrar  birlikteliğinin sağlanmasıdır. Bu birlikteliğin tekrar sağlanması için  toplumsal mutabakatla orman yasasının  sil baştan değiştirilmesi kaçınılmazdır. Yenilenen yasalarla ormancılıkta da özel mülkiyet hakkı yeniden tanınmalıdır. Vatandaşın da orman sahibi olabilme hakkı yasal güvenceye  kavuşturulmalıdır .Geçmişteki kadastro çalışmaları ile haksız bir şekilde arazisine el konulan vatandaşın tekrar arazisine  kavuşabilmesine  imkan sağlayan alternatif çözümler ortaya konulmalıdır.Gerekirse  bu  yerlerin   orman olarak   muhafazasının  şartı ile  satışa  konu edilebilmesinin de önü açılmalıdır. Sosyal ve kültürel yapıdaki değişimle beraber bölgenin iklim, coğrafi yapısı ve   florası  gibi  özelliklerinden  dolayı  ormana dönüşmüş tarım arazilerinin  orman kadastro çalışmaları ile günümüzde devlet adına tescil edilmesine imkan tanınmamalıdır. Ormancılıkta  özel mülkiyet hakkını tanıyan  yasal değişikliğin yapılması halinde;başka hiçbir şey yapılmazsa bile  bölgenin ormanlık alanları kendiliğinden  önemli ölçüde  artabilecektir.
 
                   Özel ormancılığı kolaylaştıracak yasal ve anayasal değişikliğinden sonra teşvik sistemini de devreye koyarak yörenin asli ağaç türleri (Kızılağaç, Kestane ve Kayın) ile özel orman kurulmasına yönelik kapsamlı bir ağaçlandırma çalışmalarına  başlanılmalıdır.Yakın bir gelecekte  bölgede fındık ve çay sektöründen daha etkin bir  “Ormancılık Sektörünün” oluşumuna katkı sağlanmalıdır.Yörenin toprak yapısı ve coğrafi konumu  ormancılık sektörünün güçlü olmasını zorunlu kılmaktadır.Bu zorunluluğu pekiştirmek adına ormancılığa  dayalı sanayi tesisleri  kurularak ekonomiye de katkı sağlanmalıdır.Yörenin yasal değişikler ve destek projeleri ile ormanlık alanları artırılırken, bu alanlardan elde edilecek orman ürünlerini işleyecek sanayi tesislerin de eş zamanlı olarak hayata geçirilmelidir.Yöredeki ormancılık sektörünün  kalıcı  ve sürdürülebilir olmasının  en önemli yolu bu sektörün  ekonomik gerekliliğidir.Bölgenin ormanlık alanlarının artırılması ve heyelan riskinin ortadan kaldırılması için ekonomik gerçeklere dayalı bir ormancık sektörünün  her yönü ile bölgede geliştirilme zorunluluğu kaçınılmazdır.
 
 Yasal   değişikliklerin  yapılmasından sonra  bölgenin  ve  ülkenin ormanlık alanlarında büyük ölçüde artışlar olacaktır. Bu gün itibarıyla tamamı devlete ait olan bölgenin %35 düzeyindeki ormanlık alan oranı yapılacak yasal değişikliklerden sonra özel ormanlarla birlikte %70 seviyesine yükselebilecektir. Ülke genelindeki tamamı devlete ait olan % 27 oranındaki ormanlık alanlar da özel ormanlarla birlikte  %40  düzeyini  aşabilecektir. Ormanlık alan oranlarının bu  seviyelere  ulaşmasıyla  birlikte  ülkenin ve bölgenin  sel ve heyelan felaketlerini yaşama riskleri ortadan kalkabilecektir. Aksi taktirde,  ne yapılırsa yapılsın özel ormancılığı kolaylaştıracak yasal değişiklikler yapılmadan  ormanlık alanların artırılması mümkün  olamayacaktır.Günlük ve göstermelik ağaçlandırma  kampanyaları ile  ormanlık alanların artırılması mümkün değildir.Ormanlık  alanlar  artırılmadan da sel ve heyelan felaketlerinin önüne geçilemeyecektir. O nedenle, orman yasalarının  değiştirilmesi  yaşam adına vazgeçilmez bir zorunluluk olmuştur.
 
 Ormanlık alanların artırılması ve ormancılık sektörünün geliştirilmesi ile sadece heyelan ve su baskınlarının önüne geçilmeyecek aynı zamanda bölgenin ekonomik kalkınmasına da büyük ölçüde katkı sağlanacaktır. Bu bağlamda,  yasaların  etkisi  ile  yıllardır  atıl olarak bekletilen  milyonlarca dönüm  “toprak” ile  binlerce  metreküp “ağaç serveti”  değerlendirilmiş olacaktır.  Finlandiya milli gelirinin % 30’unu oluşturan ormancılık sektörünün bu ülkeye toprak ve iklim yönü ile  büyük  benzerlikler gösteren  Doğu Karadeniz Bölgesinin milli gelirindeki payı,  azami  %  0.1 düzeyinde bile değildir. Bu durum, bölgenin kalkınmasındaki lokomotif  sektörün  ormancılık sektörünün olması gereğini  açıkça ortaya koymuştur. Bu bölgede ormancılık sektörünü geliştirmeden  ekonomik  kalkınmayı  da  sağlamak  asla mümkün değildir.                                           
 
Orman fakültelerindeki derslerin içeriği yaşanan gerçeklerle uyumlu hale getirilmelidir. Ormancılık metot ve teknikleri bilimsel araştırmalarla ortaya konulmalı, bilimsel literatürde söz sahibi olunmalıdır.Öğrencilere  orman ve ağacın dışında toplumsal ve insani değerler de öğretilmeli, ormancılığın da insan merkezli sistemlerle   gelişebileceği anlayışı empoze edilmelidir.Ormancılık eğitim sistemi;  insani tanımadan ağacı, toplumu tanımadan da ormanı tanıyan mühendislerin  yetişmesine izin vermeyecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.   

 SONUÇ: Görüldüğü gibi yıllardan beri uygulanmakta olan ormancılık politikaları, bir taraftan yasakları esas alan yasalarla, diğer taraftan da gerçeklerle bağdaşmayan   ithal metotlarla   ormanların tahrip edilmesine  ne yazık ki katkı sağlamıştır.Bu nedenle sorunun çözümü için yıllardır uygulanmakta olan “Ormancılık Politikaları” sil baştan yeniden değiştirilmelidir. Bölgede  toprağa dayalı temel sektörlerden olan “fındık sektörü” ile “çay sektörü” ne  rekabet edebilecek ve bu sektörlerden de daha  ekonomik olabilecek bir “ormancılık sektörünün”  zaman geçirilmeden  geliştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

 Bölgedeki sorun kesinlikle sıradan bir felaket olayı değildir. Çözümü de asla sıradan olmayacaktır. Kalıcı  ve  radikal  tedbirler  alınmadıkça  bu felaketlerin önüne geçilebilmesi de mümkün olamayacaktır. Küresel  ısınmamın etkisi ile  bölgedeki  yaşam riski  zamanla daha da artacak,bu gün ki felaketlerden çok daha büyük kitlesel ölümlere ve coğrafik değişimlere  yol açabilecek  büyük felaketler kaçınılmaz olacaktır. Bu felaketlerin önüne geçilmesinin tek ve en etkili yolu bölgedeki ormanlık alanların artırılmasıdır. 

 Bölgede yaşanmış ya da  yaşanacak  felaketlerin  kesinlikle doğal  bir afet  olmadığı, felaketlere ormanların yok edilmesinin neden olduğu, felaketlerin tamamına neden olan tek faktörün insan  hatalarının olduğu, Rize-Gündoğdu’daki felaketten hemen sonra 30.08.2010 tarihinde ve olay mahallinde  Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın  yaşanan bu felakete atıfla“Trabzon veya Rize`de bunun tek nedeni var. ormanlar hakkını alır, dere yatağında akar. Ben çocukluğumuzdan biliyorum. Biz orman olan yerleri ormandan çıkardık çaylığa dönüştürdük.”şeklindeki beyanı ile de teyit edilmiştir. O nedenle, zaman kaybedilmeden yukarıda belirtilen çözümlerin  acilen devreye girmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde yarın çok geç olabilir ve yapılabilecek başka hiç bir şey de kalmayabilir.
 
 Faruk ÇEBİ, Orman Yük. Müh. Küresel Isınmayla Mücadele Derneği(KÜREM-DER) Genel Başkanı
 

YORUM EKLE