M. Kemal AYÇİÇEK - 19 Şubat 2023
Eski yollardan gittim tek başıma İstanbul’a, hani şu zamanla yarışanların para verip üstelik daha uzun yollarını seçmedim. İstedim ki, eskiden otobüslerle gittiğimiz o yollardaki tüm anılarımı da yaşayayım, öyle de oldu zaten.
Evet, otobanların yapılıyor olmasına itirazım yok ama şahsi aracı ile seyahat eden insanlar, neden bir koşturmaca içerisin de olsunlar ki? Hayat, illa da süratle gitmek mi? Kim, koşturdu da istediğine yetişebildi zamanın da ve her şeyi halletti?
İstanbul’u sevmiyorum, tüm sevenlerine inat da olsa sevmiyorum. Gitmek bile istemiyorum artık ama bazı zorunlu haller de gitmek zorunda kalıyoruz. Sevdiğim insanlar için yol almayı da severim, kim sevmez ki?
Neyse Tuzla’dan sonra İstanbul’a geldiğimi anladım. Trafik berbat adım adım ilerliyorum ve sağa sola bakınma fırsatım oluyor. Devasa binalar, gökyüzündeki beleş arsalara üşüşmüşler, beton, cam ,çelik binalar, sanki bir birleri ile boy ölçme yarışındalar. Yazık!
Trafikteki araçlara bakıyorum, şehrin göbeğin de jeepler, model model araçlar, tıpkı o binalardaki gibi yine aynı hava atarcasına onlar da benim araca bakınıyorlar, gözlüklerinin üzerinden tabi ! Marka aynı olsa da bendeki klasik sayılıyor.
Şimdi o binaları yapan insanlar, o araçlara binen insanlar gerçekten İstanbul beyefendileri veya hanımefendileri mi? Sanmıyorum, öyle olsaydı boğazdaki yalılar, öyle kalmaz ve İstanbul’da ilk önce onlar gökyüzünden beleş arsa kaparlardı öyle değil mi?
Ülkemiz yüzyılın deprem faciasını yaşadı, on bir ilimiz yıkımlar altın da tanınmaz hale geldi, binlerce insanımız canından oldu, yüzbinlerce insanımızın yeri yurdu yuvası kalmadı. Çok üzüldük, için için günlerce gözyaşı döküyor, üzüntüden günlerce uykusuz kalıyoruz.
Buradan söylüyorum, İstanbul’un o yüksek katlı binaları, yaşanılabilecek her hangi bir afette yıkılırsa kendi kendime üzülmeme sözü verdim. Üzülmeyeceğim! Sorumsuz insanlar yüzünden sadece seksen beş milyonu Türkiye’de, tüm Dünya da milyonlarca insan ağlıyor, insanlık ağlıyor! Yazık değil mi?
Neyse kızdırmayalım şimdi sonradan İstanbullu(!) olmuşları da konumuza dönelim. Fatih’le Marmaray’la Bakırköy’de indik, akşam-yatsı arası 98/B diye hangi hat olduğunu bilmediğim bir belediye otobüsüne bindik. Şoförün arkasındaki koltuklara oturduk, arkamızdaki koltukta bir sıkıntı var, bir anne ile yedi yaşındaki oğlu didişiyorlar.
İster istemez şöyle geri bir baktım anne bana , “amcası şuna biraz hırs et de dursun” dedi Çocuğa baktım, göz göze geldik, annesine “olur mu hiç öyle şey bir İstanbul beyefendisine ben hırs edebilir miyim annesi, bakın ne uslu, ne beyefendi bir çocuk” dedim. Çocuk, sustu! Annesi ona döndü, bak sana “İstanbul beyefendisi dedi, sen gerçekten beyefendi misin” diye sordu. Çocuk, “evet, ben İstanbul beyefendisiyim” dedi ve annesi ile didişmeyi de bıraktı.
Çocuğun adı Ahmet, ama birlikte oldukları Yusuf’la aynı koltukta oturmaya itiraz edip, annesini oturduğu koltuktan kaldırıp, kendisi de Yusuf gibi tek başına bir koltukta oturmak istiyor. Ama otobüs dolu, ayakta insanlar var ama Ahmet, illa da annesinin koltuktan kalkmasını istiyordu. Didişmeleri ondanmış.
Ahmet’e Yusuf’u sordum, “kuzenim” dedi Kuzenin tam olarak neyin dedim, amcanın, dayının, teyzenin, halanın oğlu mu diye, döndü annesine, “Neyim” dedi Annesi de, “teyzenin oğlu” dedi. Ahmet de onu tekrarladı, otobüsten inerken Ahmet el sallayıp gitti.
Dedeysen dede kral mısın?
Eve vardık benim Trabzon Akçaabat’tan alıp ta İstanbul’a götürdüğüm mezgit balıkları pişiyordu. Annesinin yaptığı Naciye fiş fiş çorbasının ardından balıkları yerken o Ankara bebesi Neva, yedi yaşın da ama hala annesi ve babasının da zaman zaman ayıkladığı balıkları yiyebiliyordu!
Yemeğin ardından bu Ankara bebesini biraz seveyim dedim, aldım bunu ayaklarından tutup başımın üzerinden bir devir çevirdikten sonra koltuğa indirdim. Sonra da kolunda saat yapma denemeleri, yanaklarından dişleme numaraları derken sıkıldı. Ben bunları yaparken zaman zaman gözlerini annesine kaydırıyor ve ondan “bu adama nasıl tepki vereyim” diye kopya almaya çalışıyor. Az değil, Ankara bebesi!
Biraz daha üzerine yürüdüm tabi, “ben dedeyim, istediğim koluna saatte yaparım, ayaklarından da sallarım” dedim. Kendini benden kurtarıp(!) benden bir metre uzaklaştıktan sonra bana, “dedeysen dede ne yani kral mısın ”dedi. Ben altta kalır mıyım, “evet, ben dedeyim ve hem de kralım” dedim. Aradan biraz zaman geçtikten sonra buna ben neyim diye sordum, gülerek “kralsınnn” diye bağırdı, herkeste bir gülüşme tabi.
İstanbul’u değil ama Marmaray’ı sevdim. Kardeşim ve yeğenimle Marmaray’a bindik, Sirkeci’ye gidiyoruz. Yabancı Arap bir genç hemen koltuktan kalkıp bana yer verdi. Yanımdakiler güldü, ben de beklemiyordum ama demek ki o yaşa gelmişiz. Aynısını dönüş yolunda da bu kez bir bayan yaptı ben mahcup oldum, lütfen mütfen dediysem de fayda etmedi, yer verdi sağ olsunlar.
Sirkeci de Mısır çarşısına gidiyoruz sokakta çay veren bir garson gördüm, çayın rengi hoşuma gitti, “nerden getiriyorsun bu çayı” diye sordum, “gel abi dedi, gittik bir iş hanının çaycısıymış. Birer çay içtik, bu arada çay 5 lira ama içtiğimiz çayın ücretini ödemeye kalktık, çaycı bey “bizden olsun abi, afiyet olsun” dedi para almadı. Handan dışarı çıktık, yanımdakilere, ”yahu ne oluyor, Marmaray’da yer vermeler, çay’a para almamalar, bunlar bana İstanbul’u sevdirmeye çalışıyorlar ama yok, ben bu İstanbul’u tüm bu güzelliklerine rağmen sevmeyeceğim” dedim güldüler.
Mısır çarşısı, Eminönü meydanı, Galata köprüsü üzerindeki balıkçılar derken Haliç’i karşıya geçtik. Balıkçılara baktık, severim oradaki balıkçı tezgâhlarını zaman zaman gittiğim yerlerdi ama Galata köprüsü altındaki lokantalardaki biralar tabi ki rakı da daha da çok hoşuma giderlerdi. İçmedim, sadece bakıp geçtim. Çünkü o lokantaların müşterileri de tıpkı diğer yerler de olduğu gibi hep yabancılara kalmış, yazık değil mi?
Hayırlı bir iş için gitmiştim İstanbul’a, Bakırköy’ün adı ile ünlü o hasta hanenin önünden geçip gittiğimiz nezih bir evde büyümüş Sezin’i oğlumuza istedik, sağ olsun Rahmi bey ve Melike hanım da bizleri kırmadılar ve aynı gece hem kızı verdiler, hem de nişan yüzüklerini taktık. Böylesi hayırlı işlerin öyle şatafatlı törenlerle yapılmasına oldum olası hep karşı oldum. Sadelik her zaman bence güzel olandır.
Bir gece de kuzenim Lütfullah’ın daveti ile Ümraniye’de bir havuz sefası yaptık. Ardından Tepe üstü’n de bir de çorba molası ardından da İstanbul’a veda vakti geldi. İstanbul’a 15 Temmuz Şehitler köprüsünden gidip, Fatih Sultan Mehmet köprüsün den de çıkış yaptım.
Önce Gölcük ardından da Sakarya Akyazı Kuzuluk’taki asker arkadaşım Ahmet Karakaş’a uğradım, eşi Fehime hanım, oğlu, oğlunun eşi ve torunu Ahmet’le de tanıştık. İstanbul’un yorgunluğunu bir haftaya yakın orada kalarak attıktan sonra kar yağmaya başlayınca da oradan yola çıkıp yine eski yolları takip ederek Trabzon’a döndüm. Kalın sağlıcakla.
Gayet güzel bir yazı olmuş. Ben de seninle birlikte gezmiş oldum İstanbul 'u
Kuzuluk kısmına gelince, bizi mutlu ettin. Evimizi şenlendirdin. Her zaman açıktır evimizin kapıları bilirsin...