M. Kemal AYÇİÇEK – 16 Eylül 1997
Dün sabah ilk kez çantalarını sırtlarına aldıkları gibi okulun yolunu tuttu çocuklar.
Sabahçı bunlar..
Şöyle ilköğretim Okulu’nun daha ilk günün de çocuklar, okuldan ne anladılar diye merak ettim.
Tam okulun dağılma saatleriydi, bir bir dökülmeye başladı çocuklar.
Çantaları, önlükleri, yakalıkları, ayakkabıları pırıl pırıl parlıyor.
Çantalarının yanın da ellerin de bir de beslenme çantaları var.
Besbelli artık Devlet, ilk okullar da bizim dönemimizdeki gibi zeytinyağı veya süttozu dağıtmıyor ve bu görevi artık aileler, bu beslenme çantaları sayesin de gidermeye çalışıyor!
Sahi ne olduydu o süttozlarına, zeytinyağlarına?
Onlar neden verilirdi, sonradan düşündüğüm de acaba Türkiye’de açlık tehlikesi mi vardı Aaten o süttozları yüzünden de sütten nefret etmişimdir.
Bir tuhaftı kokusu, içimi filan.
Bir türlü sindirerek içmemişimdir o Amerikan yardımı süttozlarını..!
Her neyse şimdi ki çocuklar, belki de o süttozlarından kurtarılmış ve hiç değilse ev de annelerinin yaptığı poğaçalar veya böreklerle okula gidiyorlar.
Ön sırada oturan iki çocuk, hızla merdivenlerden çıkıyor.
Birazcık anlatacak çok şeyleri var belli..
Daha ilk karşılaştığımız da Ceyhun, “Bugün hiçbir şey yapmadık okul’da” diyerek başladı anlatmaya..
Bir diğeri arkadaşının öğretmene sık sık “ne zaman gideceğiz” diye sormasını gülerek anlatıyor.
Ardından diğeri “Nedir, iki dakika da bir teneffüs, teneffüs te teneffüs!”
Onlar okulu çok ve altından kalkamayacakları gibi bir kurum sanmışlardı her halde, öyle ya teneffüslerin çok olmasından ilk gün de bir öğrenci nasıl yakınabilirdi ki?
Heyecandan yemek bile yemeden okula koşan çocuklar, şimdi ilk günün ardından daha eve gelmeden anlatacak çok malzeme ile dönmüşlerdi..
Evlerine ulaşıp ilk izlenimlerini annelerine anlattıktan sonra sokağa çıkıp, senin öğretmenin benim öğretmenim gibi öğretmen paylaşımına bile başlamışlardı.
Bu kadar kolay ve rahat okullu olabileceklerini sanmıyorlardı herhâlde.
“Benim öğretmenim” derken daha ilk günün de tanıdığı öğretmenini göklere çıkarıyor ve sınıfta anlattıklarını, tanışmalarını, sıraya nasıl girdiklerini ve ardından öğretmenlerinin onlara neler söylediğini öylesine almışlardı ki insan hayret ediyor.
Tabi ardından da “zamane çocukları işte ne yaparsın” demeden edemiyor insan!
Oysa onlar yine bizlerden farklı olarak o başladıkları okula tam sekiz yıl gideceklerdi..
Ondan haberleri bile yoktu.
Tam sekiz yıl boyunca aynı mekânda aynı çatı altın da eğitim göreceklerdi.
İsteseler de istemeseler de buna mecburlardı.
Hem o mecburiyet daha iki ay bile olmadan önce getirilmişti, yine ondan haberleri yoktu!
Birazcık şöyle kendilerine geldiklerin de o sekiz yılın hesabını sorarlar mıydı diye düşündüm, “Onlar çocuk ne anlar” da deyip geçemedim!
Evet onlar çocuk ama zamane çocuklarıydı.
Yani bizim dönemlerimizdeki gibi çocukluktan çok farklıydı onlar, o zaman bir tanesi veya bir kaçı “sekiz yıl bu okula katlanılır mı?” diyerek, çekip giderlerse, başka mekânlar ararlarsa ne olacaktı?
“olmaz canım, hiç olur mu nereden anlasın da sekiz yılın beş yılda tam 3 yıl daha fazla olduğunu da kalkıp başka mekan deyiversin, olur mu?” diye yine kendi kendime sordum.
Cevabını aradım ama o zaman beş yıllık ilkokulları bie bitiremeden terkedenleri düşündüm..
Onlar, bir 5 yıla bile katlanamayan tipler de bu toplum da değiller miydi ki?
Evet ama yok bu devrin çocukları terk etmez okullarını diye iyimser olmaya çalıştım, öylece ikna edebildim kendimi..
Her halde çocuk kendi başına kalkıp da bana “Ben hafızlık yapmak istiyorum” diyemezdi öyle değil mi?
“Sen ne anlarsın oğlum” diyerek, susturur ardından da, “Ben senin babanım, benim dediğim olur” der, 8 yıla tamamlarız değil mi? Kalın sağlıcakla.
Not: Bu yazım, yukarı da belirtilen tarihte yazılmıştır.