,

Prof.Dr. Hüseyin HATEMİ: SAKLA KASETİ GELİR ZAMANI

“SAKLA KASETİ GELİR ZAMANI”

“Bu röportajı gözleriniz kapalı okumanızı istiyorum. Önce hafızasına yazan fotokopiler gibi neyin kopyasını vereceğinizin tereddüdünü yaşamayın isterim. Sizinle paylaştığı anılarının her biri bir ömür doluluğunda inanın bana. Onun kendisinden küçük olan herkesi anlından öptüğünü görmekle başlayan hissiyatım, büyük bir aşk şeklinde alın yazısına dönüştü. Ve öyle ki sözcüklerinin arasına koyduğu boşluklara birer ‘kalp’ çizebildim. Onun ağırlık ölçüsünün Kuran olması, söyleyeceği her şeye karşı tam bir itikat sağlasa da nezaketi, insanlığın kitabı olacak kadar ileri düzeydeydi. Sevgili Hüseyin Hatemi; mühür yerine kullanılan bir yüzük gibi, tersine dönen elim sayesinde, ona açılan avcumu doldurarak gönderdi. Bu nedenle unutmayınız ki bu röportaj, onu tanımak isteyenler için bir nimettir”

 

“KÜÇÜKLÜĞÜMDE DİNLEDİĞİM OLAYLAR KİN DUYULARAK ANLATILMAZDI”

Kızılordu Tiflis'e girince, Dilman'da yaşayan Azerilerden bir kısmı İstanbul'a göç eder. Aralarında bir kırtasiye dükkânı açan Ali Asgar Hatemi de vardır.  Üç yıl sonra evlendiği kızdan dört çocuğu olur.  Nadir, Güzin, Hüsrev ve Hüseyin….Bundan sonra ilerleyen sürece nasıl bir katkıda bulundunuz?Bu göçten sonra sizin ailenize katılışınızın hikayesi…

Kaç yılında İstanbul’a geliyordu babam? 1922 ile 1924 arası olabilir. Tabi insan dünyaya geldiği sıraları hatırlayamıyor ama duydukları…Babamdan önce dedem, İstanbul’a zaten gelmişti. O da öyle zannediyorum ki 1916’dan 20’ye kadar yıllarda veya Birinci Dünya Savaşı bitikten sonra da olabilir geldi. Niye böyle düşünüyorum çünkü Türk ordusu o sırada, İran Azerbaycan’ını güvenlik nedeniyle işgal etmişti. Bu işgal sayılmıyordu, İran’ın o sırada zaten doğru dürüst ordusu da yoktu. İran’ın o devirdeki Gacar hanedanının da pek aldırdığı söylenemezdi ama orada Türk ordusunun olması, Türkiye’deki 1915 müessif olaylarından sonra bir intikam hareketini önleme bakımından da İran’daki Azerbaycan bölgesindeki Müslümanlar için bir güvence gibi görünüyordu. Çünkü Türk ordusunun çekilmesi halinde hemen şu başladı: Türkiye’de bir şey yapamasalar bile hiç değilse intikam hareketlerini orada devam ettirmek için, İran’da ciloluk denilen çete hareketleriyle, bizim aileden çok yakın olmasa bile, bilhassa Dilman, Selmas civarında Ehrivan’da bu olayların geçtiğini biliyorum. Mesela halamın görümcesi, eniştemin ablası, hanım-bacı denilen bir hanım vardı. İstanbul’a geldi, eniştemle birlikte. Ablası Ehrivan’da katliam olurken, sırtında alarak(kendisi 14-15 yaşlarında bir kız-kendisi de 5-6 yaşlarında) annesi babası öldürülürken o her nasılsa kardeşini sırtına alarak Ehrivan’dan yaya olarak kaçmayı, gizlenmeyi başarmış. Kim bilir bir akraba büyük vasıtasıyla İstanbul’a gelmeye muvaffak olmuşlardı. Bu gibi olayla çoktur küçüklüğümde dinlerdim. Ama kin duyarak da anlatmazlardı. 

“ÇARE YOĞDU, GİDECAHSINIZ”

Ciloluk diyerek, normal sayarak adeta kendilerinin hiçbir kan davası konusu olabilmek için yaptıkları bir şey de yoktu. Ama o sırada bir Kürt lider varmış. Hem Türk bölgesinde, hem de İran Azerbaycan’ı bölgesinde. Oralarda sınırlarda geçiş, bugün de olduğu gibi çok olurdu. Türkiye’deki olaylar yani Ermeni’lere, Hıristiyan’lara karşı olaylar, Azerbaycan bölgesinde cereyan etmemişti. Ama orası kan davası için daha uygun göründü. Çünkü Selmas bölgesinde de, Türk sınırlarının ötesinde de Süryaniler de vardı. Ve o Süryanilerin ruhani reisi olan Marşemon’u, Semikko(İsmail) adı verilen Kürt bir reis öldürdüğü için bu da Ermenilerden çok Süryanilerde bir intikam hevesi doğurdu ve kan davası olarak ancak muhatap alabilecek, İran’da ordu yok, Türk ordusu da çekilince Azerbaycan’da bazı katliam olayları cereyan etti. Babam da bunu önlemek için, bir nevi Selmas hakkı da çok endişe ettiği için, o sıralarda 20 yaşlarında bir genç olarak Farsçayı da biliyor diyor, Tebriz’e gönderilmiş. Aslında Tebriz’de Türkçe de konuşsa olurdu çünkü Tebriz’deki Vali de Gacarlardandı, Ana dili Azericeydi ama gene de Vali huzuruna çıkılınca Farsça konuşulur diye babam da heyete dahil edilmiş. Babam konuşmuş, söylemiş halkın isteklerini: “Böyle bir tehlike var, tedbir alınmasını, koruyucu bir kuvvet gönderilmesini istiyoruz Selmas’a” diye. Karşısındaki adam da elinde ordu yok, bir şey yok ama bunu açıkça söylemenin, bir şey yapamıyorum demeyi de kendisine yedirememiş koskoca Vali olarak. Keşke İstanbul’da Enver Paşa zamanında, İran konsolosunun yaptığı gibi açık söyleseydi! Enver Paşa, Çanakkale savaşı sırasında asker sıkıntısı çekilince maalesef genç yedek subay, zabit, okullardan da Çanakkale’ye gidip o nesil çok şehit verince, eh bunlar da Azeri, Müslüman, Türk Müslüman sayılır, Teb’a’nın, vatandaşlığın ne önemi var diye Enver Paşa İstanbul’daki Azerileri de toplayıp, Çanakkale’ye göndermeye karar vermiş. Tabi ömürlerinde ellerine silah almamış bir Azeri, korkudan:”Biz ölmekten başka ne yapacağız” korkusuyla, şimdi İran Konsolosluğu olan, o zamanki İran sefaretinin Çağaloğlu’ndaki binanın kapılarına yığılmışlar. Farsça, Türkçe bağırıyorlar, sefire dileklerini açıklamak için, yaşlıca bir adam sefir. Konsolosluğun balkonuna çıkıyor. Herkes, istediğimiz oldu diye beklerken, Enver Paşa ile konuşurum, Padişaha söylerim” diyecek diye bekleniyordu ama Enver Paşa o zaman Padişahı dinlemiyordu, İran Konsolosunu mu dinleyecek?İran Sefiri de Azeri ve Türkçe biliyor, balkona çıkıyor, herkes ‘Yaşa!’ diye bağırıyor, müjde almayı beklerken, adam, sükunetle, el işaretleriyle bunları yatıştırdıktan sonra sadece üç kelime söyleyerek sükunetle içeriye çekiliyor:”Çare yoğdu, gidecahsınız” 

“ÇANAKKALE SAVAŞINDA AZERİLERE PATATES SOYDURTMUŞLAR”

Ama sonra bunlar nasıl gitti, sonra da işe yaramayacakları anlaşılarak nasıl gönderildi bunu da bizim küçüklüğümüzde, iyice yaşlanmış sevimli bir ihtiyarcık vardı, çok gençken İran’da doğru dürüst Farsça bir eğitim görmeden, İstanbul’da büyümüş, bir çuvala satın aldığı defterleri doldurup perakende satmak üzere küçük bir dükkanın da sırtına vurarak götürürdü; kasketli, beyaz sakallı, Beşiktaş tarafından geliyordu. Babamın dükkanın da dinledik. Daha doğrusu birader duymuş bana anlattı, birbirimize rapor verirdik, ilgi çekici şeyleri anlatırdık zaten. Adam şöyle anlatmış, Çare yoğdu, gidecahsınız’dan sonraki safhayı: “Bizi Çanakkale’ye götürdüler, Alaman Paşası demiş ki, bunların eline silah verin, tüfek verin! Ben ömrümde elime tüfek almamışım, ben ne yapayım?” Sonra bakmışlar bunların orduda işe yarayacakları yok, patates mi ne soydurmuşlar. Bir müddet sonra da işe yaramadıklarını ve yük olduklarını görünce de tekrar İstanbul’a postalamışlar. İşte bu şartlar içinde İran ordusunda da, ordu diye bir şey doğrusu dürüst olmadı. Merasimde kullanılmak üzere, sarayın civarında Hassa askerleri gibi İngilizlerin, Tebriz’deki vilayette kullandıkları bir iki çakaralmaz tüfekler var ama öyle Selmas’a, Dilman’a gönderilecek işler, silahlı güç teşkil edecek bir şey yok. Onun için babam da bunu,  “Çare yoğdu, gidecahsınız” diyemeyip, azametle gizlemeye çalışıyor. Muhteşemus Saltana’ imiş lakabı da. ‘Saltanatın Muhteşemi!’. Muhteşemus Saltana’ başını geriye atarak(Babam Farsça söylerdi, içerleyerek, çok kızdığı bir sözdü bu: “Biz bir Avuç Selmas hakkı için Hıristiyanları kılıçtan geçiremeyiz, katledemeyiz ”Halbuki babam, ondan Hıristiyanları katlet demeye gelmemiş, bizi koru demeye gelmiş. O da bunu o şekle çevirip, biz bir avuç Selman halkı uğruna, onlara hiç değer vermediğini gösteren bir avuç Selman halkını, Hıristiyanlar öldürse de bizim için önemli değil ama biz tedbir olarak sanki babam öyle istemiş gibi, “Biz tedbir olarak Hıristiyanları kılıçtan geçiremeyiz” demiş. 

“KÖPEĞ UŞAHLARI BU  RUSLAR! BEN BUNLAR KADAR REHMİSİZ BİR GOVM(KAVİM) GÖRMEDİM”

Babam oradan kötü izlenimlerle ayrılıyor, sonra Tiflis’e gidiyor, Tiflis’ten Kızılordu geldiği zaman, benim unuttuğum yine biraderden dinlediğim bir vakaydı, ben şey zannediyordum, Bolşevikler geldi, artık ben burada rahata edemem. Osmanlı’ya verilmişken Batum’a gidiyor çünkü Tiflis’ten. Yani üç vilayet, önce Osmanlı’ya iade edildi 93 harbinde. 1876’da mağlup olduğumuz için Ruslara verilen üç Osmanlı vilayeti, Ardahan, Kars iade edildi Lenin zamanında. Babam da Batum’a naklediyor, Türkiye’ye de daha yakın liman şehri. Ama tekrar Batum Gürcistan’a iade adı altında Sovyet eline geçince Bolşevikler geldi diye, İstanbul’a geliyor, korkuyor orada kalmaktan ama korkmasının ciddi ve özel bir sebebi de varmış. O Rus eline, Sovyet eline geçtikten sonra dükkâna gelen bir Rus Generali tehditkar bir üslupla yüksek sesle bir şeyler söylüyor, babam bu muameleden korkarak, bunlar demek ki beni burada yaşatmayacaklar diye Tiflis’te kalan anneannemin amcaoğlu Ahmetzade vardı. O Tiflis’te kalmaya devam etmişti, Stalin zamanında İran vatandaşı olan o Tiflis halkından kişiler Sibirya’ya sürülmüştü. Seneler sonra İran’a dönmüştü, dönünce çektiklerinin tazminatı olarak konsoloslukta görev verilmişti, 50’li yılların sonunda amca kızının yaşadığı İstanbul’u görmek isteyerek, İran’dan demek ki İstanbul konsolosluğuna gönderilmesini istemişti. Senelerce İstanbul’da emeklilik yaşı geldiği halde İran’a dönmedi, İstanbul çok hoşuna gittiği için burada da vefat etti. Konsolos Emmi dediğimiz, konsolos yardımcısı Ahmetzade’den de Sibirya  maceralarını birader vasıtasıyla dinlemiştim. Size çok kötü muamele mi ettiler diye birader soruyormuş, o da çok kötü bir üslupla söze başlamış:” Köpeğ uşahları bu  Ruslar! Ben bunlar kadar rehmisiz bir govm(kavim) görmedim” Birader de bekliyor, şöyle işkence yaptılar diye anlatacakları…Onlara bütün gün el işi verilmiş ve yemek olarak da bir borç veriyorlardı bir de her yemekte bir at eti vardı. Onun için köpek uşakları diyor. İşkence görmemiş, İstanbul’da vefat etti. 

“YÜKSEK LİSANS, DOKTORA GİBİ HİÇBİR FAALİYETİMDEN PARA ALMAYI DÜŞÜNMEDİĞİM HALDE, DERS VERMEM ENGELLEDİ “

Akademisyenlik, yazarlık ve hukuk profesörlüğünün hepsini bir arada yürütürken soluğunuzu en çok tüketen hangisi oldu? Hangisi size en faydalı işi yaptığınızı düşündürttü?

Ben galiba öğretmenlikten bir türlü ayrılamıyorum. Görüyorsunuz 2006 yılının 2 Ocak’ında emekliye ayrılmış olmama rağmen ne İstanbul Üniversitesini bırakabiliyorum, ne de Maltepe Üniversitesini. Ve de İstanbul Üniversitesinde lisans dersi veremediğim için burada da o zevkimi devam ettirmek üzere bulunuyorum. Yüksek Lisans, doktora derslerini de öyle yapıyorum. Emekli aldıktan sonra aynı fakültemde sözleşme diye para almak istemediğimi başta söyledim. O zamanki rektörün isteğiyle lisans derslerine devam etmeme rağmen 6 ay sonra bizim sözüm ona meslektaşlar, benim lisans derslerimi engellediler. Halbuki rektör bunu kendisi istemişti. “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Türkiye’nin bir numaralı fakültesi iken gitgide o özelliklerini kaybediyor, sizin ayrılmanızı istemiyoruz, emekli olduktan sonra da sözleşmeyle devam eder misiniz?” demişti. Ben de, bu benim çok istediğim bir şeydi ama reddedilirim diye size söylemeye cesaret edemedim, siz şimdi teklif ettiğinize göre büyük bir sevinçle, devam ederim ama para da almam dedim, çünkü ben zaten emekli maaşı aldığım bir yerden ikinci kere para almam” dedim. Rektör kabul etti, o yılın yarısına kadar ders vermeme ses çıkarmadılar. Rektörün yanında birleşen bir iki habis, kim bilir ne laflarla rektörü bile etkilemeye çalışmışlar, o zamanki rektör, Mesut Parlak etkilenmemiş, zaten o rektörlüğünden sonra onun da emekliliği geldi, ben de bir konsolosluk davetinde yanına gidip konuşurken şunu dedi:”Sizin fakülte ölmüş, bana size ders verdirmemem için kendi meslektaşlarınız öyle korkunç şeyler söylediler ki sizin hakkınızda, size söylemedim ama ders vermeye devam etmenizi de sağlayamadım.”Ama ne oldu, o devirde benim ders vermemi engelleyenlerden başı çeken dekan, emeklilik süresi dolmadan, Koç Üniversitesinden daha cazip paralı teklif geldi diye, derhal süresinden önce emekliliğini isteyip, fakülteyi bırakıp Koç Üniversitesine gitti. Orada iyi para aldığı için. Ama ben de tam aksine, yüksek lisans derslerinden mahrum edildiğim için. Yüksek Lisans, doktora gibi hiçbir faaliyetimden para almayı düşünmediğim halde, ders vermem engelledi, bu gibi zevat tarafından.

“BAZI PROFÖSÖRLER, “HATEMİ VASITASIYLA, DAVUL ONUN BOYNUNA ASILSIN AMA TOKMAĞI DA BİZ VURALIM” DEDİLER”

Bu hikaye şu mu? 1983’te Türkiye'nin tüm üniversitelerinde atılma tedirginliği yaşanıyorken, sizi  içki içmemek suçundan ihbar etmişlerdi. 

Bu da eğlenceli söylentilerden biriydi. Bu da söylendi sebep olarak ama asıl sebebin bu olduğunu zannetmiyorum. Asıl sebep, hiçbir zaman açıkça söylenmese bile benim 1979 Humeyni İran’a döndükten sonra tabi 12 Eylül 1980’e çok vardı, Amerikan elçiliği işgali, İran’da idamlar daha çok fazla değildi, idamlar olmuştu ama devrimin ilk günleri diye çok fazla etki uyandırmamıştı. Türkiye’de sözüm ona sosyal demokratlar, şimdiki Hayırcıların, o zamanki şekilleri, birden bire İran devrimini çok iyi karşıladı. Çünkü İran’da bunların hayallerinde kim bilir ne kadar petrol geliri var, Şah bize çok önem vermiyordu, Türkiye profesörleri aryan ırkından olma saplantısıyla Avrupalılara önem veriyordu ama Türkiye ile İran arasında akademik ilişki perdesi altında İran’ın nimetlerinden pek istifade edemedik, bedava halı falan alamadık. Bundan sonra çağrılabilmek için, İran’ın bir şöhreti var, bari şu Hatemi vasıtasıyla, davul onun boynuna asılsın ama tokmağı da biz vuralım, parsayı da biz toplayalım, diye benim yanıma sosyal demokratlardan hem de sözüm ona İran karşıtı olan Müslümanlardan bir alay kişi gelip gitmeye başladı. İki