,

Bir karı-koca fotoğrafının öyküsü

Karadeniz'de o "Nataşa"olaylarının, sevgisinin ve onlar için ahırdaki sığırı ve arazi satmaya varan olayların altında da aslında erkeklerdeki bu sevgi sözcüklerinin, söylendiğinde yadırganmamak ortamının

Bir karı-koca fotoğrafının öyküsü

 M. Kemal AYÇİÇEK – 7 Haziran 2009

 www.karadenizolay.com  (Özel)-Makinayı elimde görünce “bize alaaddinle bir resim çek da” dedi. Bunu içten söylediğini anladım, Alaaddin eski tip sayılan Karadenizlilerdendi. Hani bilmeyenleriniz vardır diye tekrarlayayım, sevdiğine “aşkım, bitanem, cicim, gülüm” demek isteyen ama bunlardan hiç birini hiçbir zaman söyleyemeyen, baş başa kaldıklarında bile söylemeye kalksa da beceremeyen ve belki “gülünç” olmaktan  kendini eşinden de sakınmaya çalışan erkek tipi. Bizim teyzeoğlu Alaaddin..
 

“Tamam” dedim, söz verdim. Eşine aşık olan bir genç kadın, istiyor ki, nur topu gibi evlatlarına kocasıyla çekilmiş bir fotoğraflarını bıraksın, ölümlü dünya..Bir çok düğün ,dernek gezmiş olmalarına rağmen bir araya gelip te yan yana bir fotoğraf çektirememişler. Aslında Karadenizli genç kadın bunu çok istemiş olmasına rağmen Alaaddin’in  günümüze göre o biraz eski sayılan “huy”u veya alışkanlıkları yüzünden bir türlü gerçekleşmemişti. Aile büyükleri de vardı içerde, onların yanın damı olmalıydı bu fotoğraf diye düşündüm. Her şeyin açık olmasını, Allah’ın bildiğini kullarından gizlemenin çok da anlamlı olmadığını düşündüm ve olduğu gibi olayı kendi seyrine bıraktım. Ben sadece makinamı aldım ve onların yan yana düştüklerinde fotoğraflarını çekmek istedim.
 Seher ablanın ne olduğunu hala anlayamadığımız(!) Türk kahvesini bahane edip, o kahve servislerinin yapılması sırasında Alaaddin’in annesinin önünde eşiyle ilk kez fotoğraflarını çekecektim. Ama sadece Alaaddin’in annesi Hatun teyze yoktu orda ablası seher ve de onun “hafız abi” dediği, benim de dayım Ahmet Ali de oradaydı. O da teyze ziyaretine gelmişti. Ama fırsat bu fırsattı. Kahvelerin(!) servisini yapıyordu genç kadın,  birkaç kare çektim ama bir yandan da eşine işaretler ediyor ve gönlünün istediği bir poz olsuna çabaladığını gözlüyordum.olmadı. Onun istediği bir fotoğrafın çekilemediğini anladım, kahveleri sunumundan.
 Tam o sırada tabi koyu bir sohbette var ortamda. Yurtdışından yeni gelmiş ve teyzesinin evlenmemiş kızı seher ablaya takılıyor Ahmet Ali dayım, “senin nişanı ne zaman yapıyoruz. 62  yaşına geldin, ben hala bekliyorum o günü görmeyi” diyor ama zaten sürekli takılırmış, teyzesinin kızına. Televizyonlarda 80 yaşındaki insanların huzurevlerinde bile yuva kurma gayretinden söz ediyor. Ama utangaç tavırla ve birazda sert çıkışıyla Seher abla, dayısının oğluna “ee bana koca lazım değil, olanları da gördük. Bırak bırak, iş arama” diye savıyor kendine yönelen sözleri. Hem annesinin ve hem de kardeşinin yanında ister istemez mahcup oluyor belki de. Ama dayı da ısrar var,   “bu işin ayıbımı olur, yuva kurmak sevaptır” da israrcı oluyor.
 Dayım kuşağı, bizim bir önceki kuşak sayılıyor zaten. Teyzemin oğlu Alaaddin de tam da o kuşak, yani günümüzün genç babalar kuşağı. Hani çocukluğundan başlayarak babalarının ölümüne değin hiç “adam” dan sayılmayan ve “adam mı olmuş”yani gibi önceki kuşağın bir türlü anlamadığı, baba sevgisini bir “itme” diye yaşamış, açılan kucaklara ellerini iki yana açarak koşup, kavuşmamış çocuklukların yaşandığı kuşak. Düşünsenize, çocuk dedesinin yanında babası tarafından kucağa alınırsa bunun “ayıp” sayıldığı bir ortam. Hatta daha da ileri gidilerek, çocuk eğer babasına kucak açmış koşuyorsa, babanın sırf babasının yanında çocuk ona sarılmasın diye tekme vurularak, sobaya itildiği bir görüntünün yaşandığı bir devir. Fazla uzak değil işte, o Alaaddin’in çocukluğunun devri..
 Sadece Annelerin yine kaynana ve kaynataların göz menzili dışındaki ortamlarda evlatlarına sarılabildiği bir ortam, o kuşak. Karadeniz’de hala bugün bu kuşak tarzının egemenliğinin sürdüğü yerler var. Sevginin, saygının ve hatta Ahlak sınırlarının böylesi bir anlayışla olgunlaştığı ve hüküm sürdüğü bir yerde eşine aşık bir kadın, nasıl dillendirsin sevgisini eşine. Çocuklarının yanında hele hele bugünün “manita”ların msn’lerden uçuştuğu aleminde. Karadenizlilerin eski fotoğraflarına bakın, fotoğrafarda hep bir ciddiyet vardır surat ifadelerinde. Hele fotoğraflarda “gülümseyen” bir Karadeniz kadınını göremezsiniz öyle kolay kolay. Çünkü, fotoğrafta bile “gülüş” bir “ahlaksızlık” emaresi sayılır, hele büyüklerle çekliyorsa bu fotoğraf. Hatta eski fotoğraflarda büyüklere karşı saygısızlık olmasın diye çoğunda eşler bile yer almaz, sadece çocuklara yer verilirdi. Öyle eş ile birlikte bir fotoğraf bile çoğu kez “hoş” görülmez, aileye karşı bir “saygısızlık” olarak kabul edilirdi. Eğer fotoğraf çekilecekse o fotoğrafta ya kadınlar, anneler çocuklarla ya da babalar çocuklarla olur, diğerleri dışarıda bırakılırdı. Yani ailenin tüm bireylerinin bir arada olması mümkün olmazdı.
 
Alaaddin, işte o örf ve ananelerinin baskın olduğu bir ortamın son nesildeki temsilcilerinden biri. Eşiyle, anne veya babasının yanında konuşması, su istemesi bile “hımm” dedirtecek bir durumdu. Kaldı ki çocuğunu babasının annesinin yanında sevebilsin(!). Delikanlı olmuş çocuklarının yanında bile eşine “seni seviyorum” demekten hala çekinen, çocuklarının çekmek istediği fotoğraf pozunda yer almamak için çeşitli mazeretler ileri süren  bir kuşak anlayışı. Eskisine oranla her ne kadar biraz “yüzsüzlük” sayılsa da bu kuralları yıkma cesaretini gösterebilenlerdenim bende. Bir keresinde kızım daha iki yaşında ve dedem sağ. Babam ve amcamların da bulunduğu odanın kapısı açıldığında kızım göründü.

 
Kızım bana yöneldi gülerek, belli ki sarılacak. Daha önceden bildiğim için gözüm önce dedeme, sonra babama ve amcamlara kaydı. Kızımı kucağıma alacaktım ama onların surat ifadelerini de okumak istedim o an. Bir tedirginlik ortamı ve derin sessizlik var. Biraz da “şimdi patlar dede” diye beklenti ifadesi, kızarmış yüzlerle izliyorlar. Kızımı kucakladım, sarıldım, öptüm sonra da doğruca büyük dedeye yölendirdim, büyük dededen sonra küçük dedelere ve büyük amcalara tabi. Hepsiyle kucaklaştı kızım, sonra döndüm babam ve amcamlara, “ne oldu” der gibi  gülerek başımı salladım sonra da, “ne bekliyordunuz dedim, dedem bağıracak, kızacak, patlayacak sandınız dimi? Ama niye kızsın, niye patlasın, niye bağırsın ki? Bir baba, kızını sevmez mi, çocuğunu sevemez mi? Bundan daha tabii ne olabilir? Hem dedem, bu durumdan mutluluk duymaz mı? Bakın bakalım, kızacakmıydın dede?, bundan mutluluk duymadın mı hacıdede?” diye sordum dedeme. Dedem, bir yandan güldü, bir yandan da beni tasdik etti.
 Babam ve amcamların yüzlerinin kızarmışlıkları yavaş yavaş gitti ve ortam rahatladı. Kızım odanın havasını değiştirmişti. Koyu bir sohbetti oysa ama dağıldı ve bu sefer başladık geçmişte babaların çocuklarını büyüklerinin yanında “sevmeme” geleneğinin ne kadar da gereksiz olduğuna ve yıllar hep bunları konuşup gülmelerle geçti. Şimdi benim ufağım, çocuklarını babamın yanında artık abartarak ve de çok candan seviyor. Bakıyorum, babamla kendi çocuklarının sevgisi üzerinden yarışıyorlar şimdi. Bu da beni mutlu ediyor tabi. Alaaddin’in de kendi çocuklarıyla harman olduğunu söyleyemem hala ama yavaş yavaş o eski alışkanlıkların yeni nesiller üzerindeki olumsuz etkilerinin tam olarak kalkması için hala biraz daha zaman alacağı görülüyor. Gerçi belki biraz uçuk gelecek ama benim oğlum, bana babamın yanında dahi “bırak oğlum ya” diyebiliyor ve bende onu babama şikayet ediyor ve gülüşüyoruz ama  bunun hala her baba için geçerli olabileceğini düşünemiyorum tabi.
 Emine’ye, kahve servisini yaptıktan sonra gelin şu balkona, manzaralı bir fotoğraf çekeyim size dedim. Geldiler. Ama bir türlü fotoğraf moduna girilemiyor. Alaaddin, zaten zar zor razı olmuş, annesi ve dayısının oğlunun ve ablasının yanında eşiyle fotoğraf çekilmeye ama fotoğrafı da kendince sınırlı bir samimiyette çekilmeye özen gösteriyor. Tabi bu durumunu bilen eşi, kendini tutamıyor, gülüyor sürekli. Tabi kolay değil bir “tabu”nun yıkılması durumu var o an ve eşinin ne kadar tepkisel olabileceğini düşününce biraz daha “samimi” bir fotoğrafta ısrar ediyor. “senle hiç birbirimize bakarken bir fotoğrafımız olmadı” diyerek, hani o eskiden fotoğraf stüdyolarından hatırladığımız pozları kastettiğini anlıyoruz. Öyle bir fotoğraf demek ki Emine’nin içindeki bir “ukde”sidir. O’na saygı adına, ne deniyorsa ben de öyle, gönüllerince bir fotoğrafları olsun için onlara yardımcı olmaya çalıştım. Alaaddin’in sabrı ve de gönül kırmama özeni, eşinin mutluluk fotoğrafına yansıdı yıllar sonra. Emine, küçük oğluna meğer “cep telefonunla çek bize” demiş ama bu fotoğrafı çekilememişti meğer. “Şimdi, bu fotoğrafları çocuklarıma bırakabileceğim” sevincini yaşıyor.
 Oysa bir büyük sevginin, saygının var olduğu bu ailede yine törpülenmiş bir kuşak izlerine rastlıyoruz. Yani bunlar, Karadeniz’de “aşk, sevgi, saygı” da yol almış bir aile. Bu düzeye çıkamamış nice birliktelikler var hala, “eller ne der” kaygısı vardır terk edilemeyen. Yaşamlar, çoğu kez kendileri üzerine değil “başka”ları üzerine inşa edilmiş gibi algılanmış hayatlar, sözde “mutlu”luk arayışındadırlar. Karadeniz’de o “Nataşa”olaylarının, sevgisinin ve onlar için ahırdaki sığırı ve arazi satmaya varan olayların altında da aslında erkeklerdeki bu sevgi sözcüklerinin, söylendiğinde yadırganmamak ortamının etkisi vardır diye düşünürüm. Bizdeki töre, bireyi kendi haline bırakmayan ve çevreleyen bir nevi örf ve anane baskısı altında bırakan yani “mahalle baskısı” yaratan da olgulardan biridir.

Güncelleme Tarihi: 22 Mart 2013, 11:43
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER