,

Ne dedi nafiya ne dedi?

Onlar bize yabancı biz onlara yabancı geliyoruz tabi. Çocuklarız, sanırım annem onlardan aldığı bir eleği değiştirmemiz için bizi gönderdiydi onlara. Ablamla birlikte yanlarına gittik, bizim emsalimiz çocukları ile konuşuyoruz. Ablam, bir erkek çocuğun Nafız'ın ablası Nafiye'ye, eleğin bir başkasını vermelerini, annemin öyle söylediğini aktarırken, o çocuk Nafız, ablamın

Ne dedi nafiya ne dedi?
HABERİN GALERİSİ
Ne dedi nafiya ne dedi?

Ne dedi nafiya ne dedi?

M. Kemal AYÇİÇEK 

www.karadenizolay.com (Özel-Bayburt)-Şimdilerde “açılım” deniyor ya aklıma geldi, “poşa”,  “elekçi”, “roman”, “çingene”leri hatırladım yeniden. Bizim için “başka insan”lardı onlar. Eskilerde yoktu öyle açılımlar pek. Biz o zamanlar zaten farklılıkları harmanlayarak yaşıyorduk. Yıllar öncesi, çocukluğumuz da  biz her yaz mutlaka yaylaya göç eder, yazın o kavurucu sıcaklarını serin, her öğleden sonra, gökyüzünde parçalı bulutların görünmesiyle esen hafif rüzgarlarıyla yeni adıyla, Bayburt’un  Pamuktaş ama eski adıyla da  Ermene’de geçirirdik. Biz yayla derdik ama orası aslında Bayburt’un bir köyü. Ama biz, oranın yaylacısıydık.


Düşünsenize bundan 40 yıl öncesini. Yollar dan tutun suyundan, çeşmesinden, komundan,damından o dönemler betonun moda olmadığı, “kerpiç kerpiç üstüne” türkülerinin anlattığı, daha yeni Elazığ Depreminde hani 42 vatandaşın ölümüne yol açan depremdeki can kayıplarının tek sorumlusu(!) gibi gösterildiği o evler dönemi. Bizim ev, köyün hemen Güney yakasında bir çimende, seyranlık bir yerdeydi. Delemerun (Deliömer) Ahmet’in evi, Tutiya yengenin evi Hacı Mahmut dayın evi, Hüseyin dayı ve   İshak abinin evleriyle komşuyuz. Yukarda da   Tas Hasan dayı, Tophasan dayı , Mecit dayı ve Sabri dayların evleri var. 


Tutiya yengenin evinin yanına doğru uzayan bizim için yayla çimeni, top oynadığımız geniş alandı. Bir gün  köyde “çerçiler gelecek” diye konuşulmaya başlandıydı. Çerçi, “gezici satıcılar” demek ama bunu şimdilerde biliyoruz, o zamanlar daha okullu değiliz, bilmiyoruz ve tabiî ki her yeni şey bizim daha da ilgimizi çekiyor. Gerçi annemler de köye bir şey satmak için gelenlere “çerçi” derlerdi ama öyle köyde çadır kurup, belli bir süre kalanlar için de aynı ifadeyi kullanmaları, kimlerin geleceğini kolay anlamamız içindi meğer.. Gelenler, “Elekçiler”yani, diğer Çerçi’lerden farklı insanlardı. Bu yeni gelenlerin bize ilginç gelen Tazı köpekleri, eşekleri  vardı. Köpekleri Tazı’lar, çok hareketliydi ve biz ilk defa öyle insan seven köpekler görüyorduk! şu Dalmaçyalı’lara benziyor, bizim o zamana kadar hiç görmediğimiz türdendi. Biz Tutiya yengenin koyun köpeğini bilirdik, “Toros”tu adı. Beyaz, koskoca  Kangaldı. 


Burada Tutiya yengeyi anlatmalıyım biraz. Biz “Nene” derdik ama şimdinin Babaannesi, yani Nenemin en yakın arkadaşı, annemin, yengemin de babamın, amcamların “yenge” dediği  aileboyu “yengemiz”di Tutiya yenge. Elek, Kalbur, Rapata (Tandıra ekmek vurmakta kullanılan eşya) alışverişi yaptığımız, en yakın komşumuzdu. Biraz kiloluydu, o dönemler “obezite” henüz şimdiki gibi moda değildi, yüzdende kilolu birisine örnek olabilecek nitelikteydi Tutiya yenge. Mesela Sefiye (Safiye)teyze, kilolu değildi. Nenem öldükten sonra Annemin sırdaşıydı Tutiya yenge. Bir gün ağabeyim, benim un anbarının kapağını açıpta, una bulandığım ve hortlakmış gibi olduğum odada uyuyor numarası yapıp duyduğu bir anısını anlatmıştı Tutiya yengeyle ilgili. Onuda burada aktarmam gerekir, Tutiya yengenin daha iyi anlaşılması için.


Poh yiyenun tohtori 


Ağabeyim, “ama onlar tandırın oradalar ben de senin kafana un yağdıran ambarın orada işte, güya uyuyorum rahat konuşuyorlar sırdaşı ile. Annem yeni tandır yakmış, lavaş ekmeklerini tandırdan çıkarırken Tutiya yenge geldi; annem ile peynirlan , yağlan lavaş  yerlerken  perhizi hem bozup hem de doktor hakkında konuşuyorlar. Tutiya yenge, doktora gitmiş. Doktor Tutiya yengeye Perhiz vermiş ve saymış,  yağlı yemiyeceksin, et yemeyeceksin, kızarmış yemiyeceksin, hamur işi yemiyeceksin demiş… Tutiya yenge de kızmış ve bütün bunları sayınca geri bi bok kalmamış tabi:  “Sen beni açlıktan eldurecesun hemi” diyip, çıkışını anlatıyor  doktorun yanından  ve ekliyor “poh yiyenin tohtori beni açluktan eldurecekti”. Annem, lavaşla taze tereyağı ve peynir olayının Tutiya yengenin vefatından bir hafta öncesine rastladığını, ayrıca Tutiya yengenin hasta olduğunu, taze bal tutması yüzünden o gece eve gelmeyen ağabeyimin sabahleyin  haber verdiğini söylüyor. Ardından da ,”Biz, Tutiya yengenin kızı Gülhanım ile birlikte  akşam vaktiydi, Tutiya yengeyi yıkadık, ben saçlarını taradım. Ardından eve geldim. Sabahleyin ahıra giderken Tutiya yengenin evine gidip gelenleri görünce bir şey odluğunu anladım. Meğer, Tutiya yenge rahmetlik olmuş” diyor.


O dönemler, değirmende öğütülüyor zahreler. O değirmenden gelen unlar, eleklerle eleniyor ama elek yok doğru dürüst. Köye gelenler, işte o elek , Halbur yapan insanlar. gittikleri yerde hem üretip hem satıyor, karşılığında da ya zare, ekmek veya süt, buğday,arpa, bulgur, mısırunu, alıyorlardı. Onlar bize yabancı biz onlara yabancı geliyoruz tabi. Çocuklarız, sanırım annem onlardan aldığı bir eleği değiştirmemiz için bizi gönderdiydi onlara. Ablamla birlikte yanlarına gittik, bizim emsalimiz çocukları ile konuşuyoruz. Ablam, bir erkek çocuğun Nafız’ın ablası Nafiye’ye, eleğin bir başkasını vermelerini, annemin öyle söylediğini aktarırken, o çocuk Nafız, ablamın ne dediğini tam anlayamayınca ablasına “ne dedi nafiya ne dedi?” diye sordu. Ben Nafız’a bir şey sorsam abla Nafiye de dönüp, Nafız’a , “ne dedi, nafız ne dedi?” diye soruyordu. Bizde ablamla o diyaloglarını çok sevdik ve yıllar yılı o aklımızda kaldı, her karşılaşmamızda veya her hangi bir diyalog ortamında ablamla “aynı dilimiz oldu” o diyalog. “Ne dedi nafiya ne dedi?” Ama onu öyle hızlı söylüyordu ki, belli ki o çocuk, ablasına kim ne derse anında onunda bilmesi gerektiği dikkatindeydi.

O çadırlar, ne de olsa dümdüz çimenlerimize farklılık getirmişti. Bir yandan kalay da yapıyorlardı. Göçer ailelerdi ve gittikleri yerlere uyum sağlayarak, gittikleri yerlerden birileri oluveriyorlardı. Kadınları elek, kalbur, kimi falcılık yapardı.erkekleri de kap kacak layim, kalay gibi seyyar zanaatkarlardı. Sonraki yıllarda daha gelmediler. O yıl iyi ki bizde tanımıştık onları, onlar zanaatkarlardı. O dönemlerin  her evde bulunması kaçınılmaz olan un eleklerinin iyisini onlar yapıyorlardı. Annem, onlardan aldığı elek ve kalburları yıllarca kullanmıştı. Hem onlarla işi hafiflemiş ve hem de onları çok sevmişti. Onlara kimi “poşa” (kafkas Çingenesi) diyordu, kimi “Çingene”, kimi “cingan”  ama o zaman Ermene’ye gelenler, o Poşa’lardı. Ve benim de yabancılarla ilk arkadaşlıklarım işte onlarla başlamıştı. Yemekten yemeğe eve giderdik ve ardından poşa arkadaşlarımızla oynardık. İlk başlarda biraz çekiniyorduk onlardan belki onlarda bizden ama sonra kaynaşmıştık, hatta köyden ayrılıyor olmalarına ablamla ne kadar da üzülmüştük. Sonra Annem, onların bizim gibi sürekli bir köyleri olmadığını ve onların hayatının hep böyle gezmekle geçtiğini anlatmasıyla bizde rahatlamıştık. Yine Annem, tanıdığı poşa kadınlarından aldığı yorgan iğnesinin hala durduğunu olayı hatırlattığımda söyledi.  Hem zaten o dönemler, şimdiki gibi adres diye bir şeyde yoktu, kalem, defter gibi yazacak bir durumumuzda yoktu ki adresler alalım, sonra da belki yazışalım. 


Vikipedi’de  “Çingeneler Hindistan'ın Pencap-Sind (Pakistan, Karaçi) nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan'ın da içinde bulunduğu bölgelerden 1050 civarında İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır.”  Genel olarak ifade ediliyorlar.



Sürekli göçer oldukları için mesela zaman zaman da İpekyolu güzergahında olduğundan Araklı’da Karadere boyundan sahile indiklerinde de Araklı ovalarına yerleşirlerdi. Hele bir de seçim varsa ki- anlatılır, “Araklı’da Çebi ailesi kalabalık bir ailedir ama Araklı’da genellikle Çebi’li başkanlar vardır. Mesela,Yılmaz Çebi’nin, çok uzun süre belediye başkanlığı sırasında da  bu göçer ailelere, yani Çingenelere  nüfus cüzdanı vererek, hem onlara birer kimlik kazandırmış ve hem de onlardan da her seçimde oy almıştır”.denilir.


Yıllara göre Araklı’da Belediye Başkanları;

Yusuf Çebi (1960-1963 Adalet Partisi), Yılmaz Çebi (1963-1977 CHP ve Adalet Partisi), Osman Zeki Çebioğlu (1977-1980 CHP), Albay Ferhat Çebi (1980-1984 İhtilal Dönemi), Yılmaz Çebi (1984-1990 ANAP), Niyazi Çebi (1990-1999 Bağımsız ve ANAP), Ümit İsmailçebioğlu (1999-2009 Fazilet ve SP),(Recep Çebi- 2009 AK Parti).


Hayvanlar Düzbaşta itlaf edildi


Ermene’den söz ederken hem sığır vebasından ve hem de normal yaşamından kesitlere de yer vermek isterim tabi. 1970 yılının Ağustos ayında Pamuktaş köyünde Sığır vebası salgını oldu. Köyde büyük ve küçük baş hayvan kalmadı nerdeyse, mal canın yongasıydı, Safiye(Okumuş) Abla, hiç mallığa katmadığı bir danasının başına sepet geçirmiş, onu samanlarla ve  otlarla kapatmış ve görevlilerden saklayabilmişti. o zaman sadece Safiye ablanın 15 hayvanı telef olmuştu. Annem ise o zaman sadece bizim 5 tane büyük baş ki bunlardan birinin manda olduğunu, diğer 4 hayvanın da aşağıya indikten sonra öldüklerini anlattı ağlayarak.


 Hastalık o dönem Kars’tan Gümüşhane’nin Kelkit ilçesi Kaş köyünde ve O zaman Gümüşhane’nin ilçesi olan Bayburt’un Pamuktaş köyüne de sıçramıştı. Ankara Veterinerlik Fakültesi’nden kürsü başkanı Prof.Dr. Nihal Erk’in , “Türkiye’de son sığır vebası salgını” adlı yazısında, burada hayvanların yüzde 75’inin öldüğünü veya itlaf edildiğini öğreniyoruz. O dönemlerde köyde dillendirilen 350 den fazla büyükbaş hayvanın köyün Gavurkalesi diye adlandırılan bir dağının yamacındaki Düzbaşta, dozerlerin açtığı çukurlara gömüldüğüne bende tanıklık etmiştim. Çünkü Düzbaş, tam bizim evin karşısındaydı ve tüm çalışmaları rahatlıkla izleyebiliyorduk.


İran ve Suriye’den 1969 yılında 42 ilde Sığır vebası salgını olmuş, 20 yerde 365 ölüm, 1000 büyükbaş itlaf edilmişti. 1970 yılında salgın hastalık 294 yerleşim biriminde görülmüş, 1302 ölüm ve 8 bin 462 büyükbaş hayvan itlaf edilmiş, 1971 yılında ise 162 yerde hastalık görülmüş, 401 ölü ve bin 328 de büyükbaş hayvan itlaf edilmişti. Tabi bunlar o dönemde kayda alınabilen rakamlardı ama köylülerin ifade edebildiği kadarıyla kayıtlara geçmişti. Mesela, ahırdaki sığır sayısını, elinden sığırları alınmasın diye saklayabilenler, veya kaçırabilenler pek azdı. Hastalıklı hayvanlar sadece resmi görevlilere bildiriliyordu. Burada  resmi görevlilerin yakalamak istediği bir tosunun kaçtığını ve Gondolot’a kadar görevlileri koşturduğu anlatılır. Yine köyülerin itlaf edilen hayvanlarına çok gülünç rayiçten bedeller ödendiği hala büyük b,r acıyla anlatılır. 


O dönemler herkes köyde, gurbet yeni yeni başlıyordu. Yakup(Okumuş) abi, Halis, Süleyman, Hayrettin,Songül ve Şennur’un babası, Safiye ablanın kocası(İsviçre)deydi. Köyde Zurnacıoğlu Faik, Körkemal,  Yusuf Çavuş, Kalo Ethem, karabenin şükrü,lazali, Dizahasan,cevlutun kemal, gevenci Ahmet,Tusali, dedeoğlu Hüseyin, ali, kasoyakup,cirdikali, mollaselelerden kopen ali, fazlıdayın hemit, Çuvalyusuf, gadadayı, körvahit,

Guduzali, Ganizgenca, ödlekyusuf, gudukhüseyin, Şükrüdayılar,  lapar Mahmut, Tas hasan, Tophasan, mecitefendiler, hacıefendiler, dedeoğulları, mollaseleler, ganizlar,mustafaefendiler, Karahasanlılar, alaylar,Yetim Mahmut, zügüller, dayılar,unsurlar ve daha hatırlayamadığım sülaler vardı köyde.


Ahpaarlardan tutun, ulu çimen’e, Serse güney’den, Elma çayır’a, Garna, Çayırlar’ dan, Taşlıova’ya, Ahpirik’ten,Domuzdere’ye, körpaar, Göldere, Söğütlü göze,  Çağrıklar, Topbaş, Guycuk, Pamuktaş, Paşağurt, Komlar (Mahmut ağa burada ölmüştü), kesrenkaya, körpaar, Gavurkalesi, Akaya, Zilfo, Karakaya, Ziyaretin tepe ve  sorhunlu daha nice yerlerde hep çocukluk anılılarımız vardı. Oraların bir kısmı da  buğday tarlalarıyla doluydu. Şimdilerde anlatıyor bizim Hayrettin, Körpaarun yukarısında Domuzlardan buğday ekememekten yakınıyor, önceki yıl iki tarladaki ekinden 100 demirli buğday beklerken 20 demirli buğday alabilmiş, “ne masrafımı ne de emeğimi karşılamadı,  yaban domuzları sürü halinde buğday tarlalarına dadandı, buğdayların kelle attığı zaman ne varsa o kelleleri koparıp, suyunu içip bırakıyorlar, tarlaları elimizden aldılar” diyor çaresizlikle.  


Hayrettin bunları anlatınca aklıma bizim Cemil ile onların sapları geldi aklıma. Bir Ramazan günü. İftara bir  saat falan vardı sanırım. Annesi Cemil’e, “sapları alsaydın” diyince, bende Cemil’le gideyim istedim. İlk defa tarladan öküzarabasıyla (Kağnı) sap almanın nasıl bir şey olduğunu yaşayacaktım. Hem kağnıları da çok severim. Sorhunluya giderken guycuktaki tarlalarında hazır buğday saplarını almak üzere iki öküzün koşulu olduğu kağnıyla yola çıktık. Tarla, Pamuktaş’ın Balahor tarafına düşen bir yamaçtaydı. Önceden biçilmiş buğdaylar, bizim bir yük diye nitelediğimiz bir insanın taşıyabileceği boyuttaydı ve ona sap deniyordu. O saplar, tarlada bir yere toplanmamıştı. Ama biz daha tarlaya varmadan tarlada koyunlar vardı, cemil önce koyunları kovaladı, taş attı. 


Koyunlar köyden aşağıya doğru yol alırken, biz de Kağnının  yüklenecek yerini ayarladık ve ben  kağnının  başında kaldım, cemil sapları getirmeye başladı. Bir sapın yanına gider gitmez, cemil bağırmaya başladı. Bıraktı bir sapı koştu diğerine bağırarak, ondan öbürüne derken Cemil’in kızgın ve isyan dolu sesi yankılanmaya başladı guycuk tepelerinde.  Ama ben bir şey anlayamadım, meğer o gördüğümüz 50 kadar koyun, cemillerin saplarındaki buğdayları yemişti. Cemil, çobana sövüyor,bağırıyor,  hızını alamıyor ağlıyordu. Ama o koyunların çobanı ortalıkta gözükmüyordu. Koyunlar sanki kendi başlarına bırakılmıştı, nitekim çobanı da bulamamıştık. Hava kararmış, köyden ezan sesi gelmiş iftar olmuştu ama biz hala tarladaydık. Hem zaten o anda insanda açlık ta kalmıyordu ki, benimde moralim bozulmuştu artık. Cemil’e “sabırlı ol” diyordum ama insanın öyle bir durumda sabredecek hali kalır mı? 


Zar zor kağnıyı yükledik, rampa aşağı ineceği için de Cemil öküzleri yönlendirirken bende kağnının üst tarafından , kağnının devrilmemesi için urgan(Sapların bağlandığı kalın ip)lardan asılıyordum. Tarladan yola indik, hava artık iyice kararmıştı. Cemil hala sövüp, sayıyor, köye gidince koyunların sahibi bulup, ona yapacaklarını söylüyor, sıralıyordu.  O sırada Cemil, boyunduruklarda öküzleri sürüyor, bense sapların üzerinde sallana sallana aşağıya doğru iniyorduk. 


Aşağıda yoldan bize doğru gelen bir elektrik ışığını görünce Cemil, “gel geeel” diye çoban sandığı o ışığın sahibine küfretmeye başladı. “koyunları almaya geliyor, taze buğdayları yemiş,  koyunlarını vermiş tarlaya, şimdide doyduklarına kanaat getirmiş demek” diye ekliyor. Ama sesini giderek daha da yükseltiyor ve böylece daha da sinirleniyordu. Ben artık büyük bir kavgada ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Cemil haklıydı, hem de yüzde yüz haklıydı ama yinede ya o kızgınlıkla o çobanı öldürürse benim yanımda diye kaygılanıyordum. Işık giderek yaklaştı, biraz daha biraz daha derken “cemiiillll” diye seslendi. Cemil, ilkin anlayamadı ve o kızgınlıkla küfürle karşılık verdi. Ama “Cemiiiil” diye çağrı yenilenince Cemil, o sesin annesi Gedime ablanın  sesi olduğunu anlayabildi ve “ha, abamı sen miydin” diye cevap verdi. Sonrada annesine olayı anlattı, ahlanmalar vahlanmalarla karanlıkta eve indik. Akşam ezanından 45 dakika sonrada iftarımızı Cemillerde yaptık. O koyunlar da zaten köyün koyunluğuymuş, sonra ne yaptılar bilmiyorum.

 

Aşağıdan (Trabzon’un Araklı ilçesi)(Bizde kullanılan ifade, “aşağı”sı sahildi, yani köyümüz, “yukarı”sı da yayla) Büyükbaş hayvanları sürerek iki günde çıktığımız Bayburt’un  Pamuktaş köyünde (bizim yaylamız) ilk işler bizler için ziyaretin tepeye çıkmak, tuzlu suya gidip, orada piknik yapmak, Gavur kalesine çıkmak, Söğütlü gözeden su içmekti. Ardından yaz mevsimi zaten köydeki köy işlerinde komşularımıza elimizden geldiğince de yardımcı olmak. Yardımcı olmak derken de mesela harman sürülecekse ki, o dönemlerde şimdiki gibi makinalar yok, buğday harmanları kemlerle sürülürdü. Kemler, altına keskin taşların işlendiği buyuköe ve düz tahtalardan yapılmış bineklik, hayvanlara koşuluyordu. Öküz, varsa manda, veya At gibi hayvanlara koşulan kemlerin üzerinde sürücüsü, güneşin altında buğdayların üzerinde habire döner, buğdayların başaklarından ayrılmasını yapardık. Bir keresinde bende Hüseyin dayın Mehmet’lerin dor atıyla kem sürmüştüm. Ama ilk başlarda iyice seyretmiş, sonra da kemi sürmeye başladığımda biraz sendelemiş ve ama başarmıştım. Baharın ilk başlarından çiğdemler, buğday tarlalarından yemlikler, çayırlardan At ayağı denilen o ince çayır soğanı, katbuk toplarduk, kah Gondolot yolu boyu, kah Kilhons, kah guycuklar, sorhunlu veya söğütlü göze, ya da ziyaret yolunda, kah Balahor yolu boyunca.. Çocuklukta gidebildiğimiz yerlere artık yıllardır gidemiyoruz. Güya “zaman” yokluğu vs…

Güncelleme Tarihi: 26 Ekim 2018, 00:02
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER