,

Erol GÜNAYDIN: EROL GÜNAYDIN: "NESNELERE CAN VERMEK İSTERDİM"

“YÜZÜNDEKİ ÇİZGİLERE DİZDİM SANDALYELERİMİ. TEK BAŞIMA KURULDUM KARŞISINA. SAĞ ELİNİ  GÖĞSÜNE, SOL ELİNİ  BELİNE KOYARAK SELAM VERDİ SEYİRCİSİNE. GÖZLERİNİN YARAMAZ BİR ÇOCUK GİBİ ÜZERİME ZIPLADIĞINI HİSSETTİM. AYAKLARI, BİR HORON FOLKLORCUSUNUN ÇAPULASI İÇİNDEN, BİR ŞEYLER SÖYLÜYORDU SANKİ BANA. YAKALADIĞIM TEK RİTMİ, GÜLÜŞÜYDÜ. BOYNUNU ÖNÜNE EĞDİĞİNDE ARTIK ÇOK GEÇTİ…YÜZÜ YERE DÖNMÜŞTÜ VE BENİ DÜŞÜRMÜŞTÜ. ORADA KALMAK HARİKAYDI. BİR İNSANIN SADECE YÜZÜYLE BİLE BİN OYUNCUYU BEYNİNDEN  ÇIKARMASINI KAÇ KİŞİNİN AKLI ALABİLİRDİ Kİ?” 

1933’te Trabzon-Akçaabat’ta doğan Günaydın, içindeki diğer insanı çıkartarak, arkadaşlarını korkuttuğu ilk anı nasıl anlatır? 

Valla içimdeki insanı çıkardığım zaman, karşımdaki insanlar kahkahalarla güldüler. İçimdeki insan çok komik bir çocuktu. Karadenizli olmaktan kaynaklanıyor olabilir. 

Çocuk şey diyebilirler mi?Nasıl yapıyor bunu başkasının kılığına nasıl girebiliyor ? 

Daha sonraları oldu ama. Daha sonra Galatasaray da okurken arkadaşlarıma onları gösterince hayret ettiler. Renkten renge girip bu taklitleri yapıp değişik taktikler. Kız memesine kadar taklitler duvar afişleri daktilo taklitleri fotoğraf makineleri yani akla gelmedik taklitler. Hatta altı 7 eylülde, atılan buzdolabı’nın içinden eşyaların nasıl yere düştüğünü bile yapardım çocuklara. Onun için bunlar hep şaşarlardı nasıl birdenbire bu hale girebiliyorsun diye. Onlar hakikaten şaşarlardı. Birden bire gelirdi. Yap desem yapamazdım ama birden bire içimden gelir ve yapardım. Ve görürdüm. Dolaptan düşen domatesi bile çok güzel seyrederdim. Onları gözümün önüne getirerek birden bire çıkardı yani bende şaşardım nasıl oldu diye yaparken kendi kendime şaşardım nasıl oldu diye. 

Nakliyeci bir babanın oğlusunuz. Bir gün hastalığınızda dışarı çıkamıyorsunuz diye odanızın duvarını maviye boyayıp, uçurtmayı da duvara çivileyip, ipini elinize veren bir baba. Bu kadar çocuk olmayı başarmış bir baba, baba olmayı ne kadar başarmıştı size göre? 

İyi bir babaydı. Bana da çok düşkündü. Yalnız tabi çok büyük bir hastalığa yakalandım. Zatürree falan her şey üstümden geçti yürümesini bile unuttum. Yeniden yürüdüm yani. Ayakkabı aldığım zaman ayakkabılara bakardım yeniden yürüsem de bunları giysem diye. İşte o uçurtmaları yaptım. Eğlenceliydi yani o da bir çocuk gibi bir adamdı. Çünkü bahçemize her geldiğinde tavuklar, civcivler, hindiler yani ne kadar şey var getirirdi bana . Bahçe böyle hayvanat bahçesi gibi kuruluydu yani. Muhakkak oyuncaklar getirirdi. O yüzden oyuncaklara çok düşkünümdür. Hani Sunay Akın’a diyorum: “Bir gün akşama kadar senle oyuncaklarla oynayalım” diye. Benimde vardır oyuncaklarım. Çocuklarımı hep oyuncaklarla büyüttüm. İşte o çocukluktan gelen bir şeylik var işte. Duramamazlık var boyna oraya koşuyorum buraya atlıyorum. Ama şimdi içimde çocuk var ama vücudum gitmiyor yani yaşlanmışım aslında hoplamak zıplamak istiyorum. Kafamın içinde o çocuk var. Mesele benden daha küçük böle biraz iriyarı adamlar var nasılsın falan diyince teşekkür ederim amca iyiyim demek geliyor içimden. 

hehehehe. Onlarla aynı yaşıt göremiyorsunuz kendinizi. 

Evet. 

Babanız tiyatrocu olmanızı maymunluk olarak nitelemiş. Peki maymunların, insanların ataları olma teorisine dayanarak sormak istiyorum; oyunculuk kabiliyetini ilk olarak annenizin karnından izlediğiniz dünyaya mı borçlusunuz? 

Valla beklide ona borçluyum. Yani çünkü yetenek bir şey oradan geliyor yani yetenek. Anamın karnından çıktım ben ne tiyatro biliyorum ben ne bir şey. Fakat zamanla gelişti birden bire tiyatrocu oldum yani. Nederler hani DNA’mızda var böyle bişi yani . Bilemiyorum nerden kaynaklandığını ama benim ailemde çok matrak esprili fıkra dolu insanlar var mesela dedem çok matrak bir adammış. Annemde de var matraklık çok hoş dilini hiçbir zaman düzeltememiş Karadenizlilikten kurtulamamış..şöyle bir kadındı; yani esprili, matrak, mizah dolu...Her şeyi açık açık söylerdi konuşurdu yani. Hiç çekinmez sakınmaz aklına ne gelirse pat diye söylerdi Onun için belki onlardan kaynaklanan bir şeyler vardı yani ilk oradan olabilir. Çünkü oradan başlıyor bu iş. Genetik. 

Babanızın soyadı Kiziroğlu 'ymuş aslında. ''Deli Kizirler'' dedikleri için kızıp, ''Deli sizsiniz'' diyerek,”Günaydın” soyadını almış. Kiziroğlu gibi ağa, molla, efendi vurgusu olan soyadını, eli silah tutan bir adam olarak daha soft ve pozitif bir ifade biçimi olan “günaydın’a” nasıl bırakmıştır? 

Ondan sıkılmış demek ki. Mollalığı ağalığı efeliği sevmemiş ve üstelik kizirler dedikleri sülalede o kadar kavga dövüşler vurdi vurildiler varkı onlardan bıkmış onun için günaydın çok mütevazı bir soyadı sonra babam çok Atatürkçü bir insandı o Türk dili çıkınca da Atatürk’ün söylediği sözlerden hemen günaydını benimsemiş almış. Onun için öyle oldu babam çok meraklıydı, Atatürk’e hayrandı yani hatta ben çocuktum 1937 de Trabzon’a beni götürdü. Omzuna aldı Atatürk Trabzon’a gelmişti bir açık arabada geçerken seyrettim gördüm yani onu gören insanlardan bir tanesiyim. 

Trabzon Akçaabat’tan 8 yaşında İstanbul’a geldiniz. Elinde bavulu, Süleymaniye camisi önünde şehrin büyüklüğü arasında şaşkınlık yaşayan bir doğu göçmeni ile neydi farkınız? 

Doğu göçmeninden farkımız biz buraya biraz bilinçli geldik şaşkın değildik. Yani tabi İstanbul’u görünce şaşırmamak elde değil ama gideceğimiz bir adres vardı, yeri vardı belliydi yani akrabalar vardı ve sonra bide kocaman bir kamyonla geldi kamyona hemen işler bulundu. Sanki tanıdık bir mahalleye gelmiş gibi geldik hakikaten bir mahalleye yerleştiğimiz zamanda herkes komşular falan tanıştı onun için pek fazla şaşırmadık. Ama tabi İstanbul’a gelişimiz ve İstanbul’a o köprüye bakışımız İstanbul’un o iki taraflı saraylar, villalar, köşkler o kadar şaşırttı ki ne kadar güzeldi İstanbul. Erguvan renkleri içinde iki boğaz böyle. Hayranlıkla bakmıştım. Ama şimdi bakamıyorum. 

47 yıl önce askerliğinizi Ağrı’da yedek subay öğretmeni olarak yaptınız. Orada Türkçe’yi düzgün kullanamayan, aksanı küçük yaşta büyükleri gibi olan çocuklar ve sınıflarına tiyatronun taşınması adına siz müthiş bir yenilikmişsiniz. Tiyatroyu bir doğu şehrinde kurup, o çocukların içerisinden sadece ses sanatçısı çıkmamasını hiç düşündünüz mü? 

Valla düşünmedim ben yalnız ses sanatçılarıyla uğraşmadım çünkü ses sanatçısı o devirlerde benim için önem taşımıyordu. Yani tiyatro vardı bir tek benim için. 

Yani doğudan sadece ses sanatçıları çıkıyor ya oraya bir tiyatro kursaydınız tiyatro oyuncuları yetiştirseydiniz. 

Oyuncu olarak ben sadece Ağrı lisesinde “Cevat trenin paydosu” oyununu sahneye koydum onlarla çalıştım onları çalıştırdım. onlar ekip olarak turneye de çıktılar. Oralarda çok sükse yaptılar, çok beğenildiler, çok başarılı oldular yani bunu yaptığım içinde çok mutluyum. Sonra Diyadin de de kaymakamın icat ettiği bir bayram günü “Diyadin’in kurtuluşu” diye. Halbuki ne kurtuldu ne etti savaş bile olmamış orda. Orada işte şenlikler yapılırken çocuklara bir takım folklorlar, bir takım şarkılar danslar filan yaptırdım. Benim yaptığım şeyler bu kadardı. Zaten ben aslında oraya gittiğim zaman bu işleri değil de bu işleri zaten yapıyordum. Onları tanımak, oraları görmek bilmek, onların adetlerini öğrenmek, şarkılarını dinlemek için daha çok emek verdim ve bir de sınıfta çocuklara marafin dersini tedrisatını anlatamayacaktım çünkü öğretmenlik yapmadım ilk defa yapıyorum ben orda meddahlık yaptım çocuklara. Çocukları aldım; Diyadin’e indirdim otobüse bindirdim. Ağrı Erzurum kara trenler, vapurlar, İstanbul boğaz köprüleri, uçaklar bütün bunları anlattım. Bayılıyorlardı hep benim sınıfıma geliyorlardı. Ve tabi ki yanık türküler söyleyenlerde vardı onların kendilerine has Kürtçe türküleri var. Her türkü bir masal anlatıyor. Onların türküleri dinlediği zaman ağlıyorlar. Acıklı türküler var. İşte dağda iki aşık dolaşırken, bir geyik vururlar, geyik uçuruma düşer, alıyım derken can havliyle çırpınan geyik, birden aşığı uçuruma sürükler, aşık kızın saçlarına asılır, ağıt yakarlar birbirlerine, sonra düşerler, öldükleri yerde bir gül biter, her sene gelip geyik onu yer. Bunlar böyle şeyleri çok seviyorlar, bende dinlerdim o masalları. Ama yani bir türkücü çıksın da bilmem ne olsun diye hiç düşünmedim. O zamanlar bu kadar türkücü yoktu. Şimdi başladı şarkı, türkü modası 

Yok zaten siz bir türkücü çıkaramazdınız bir meddah çıkarırdınız. 

Zaten tercümanımda vardı yanımda İsmet Atabaş diye yanımda, lisede. Takıntılı bir çocuk vardı; o kürtçeyi iyi bildiği için bana da tercümanlık yapıyordu. Yani onun için orda bir pyes koydum ama çok yetenekli çocuklar vardı çokta başarılı oynadılar lise o temsili. Sonra vali seni buraya aldıralım dedi ama ben şehirde bürokratlardan hiç hoşlanmam dedim boş ver köyler daha güzel. 

Orda kaldınız. 

Evet köyleri gezdim. 

 "Bir Kadın Değildi, Gölgesinde Oturduğum Ağaç” diyen hocanız Ahmet Kutsi Tecer gibi hiçbir kadına iki mısra atfettiniz mi? 

Etmedim galiba ben kadınlara şiir falan söylemem ben otururum düşüncelerimi hayallerimi falan anlatırım yani şiir tarafım yoktur. 

Aşk mektubu yazdınız mı hiç? 

Aşk mektuplarını çok güzel yazardım. Yani ağrıdan çok güzel aşk mektupları yazdım. Çünkü orda insan durup dururken hayallere aşık olur. Bir sevgilim yoktu ama varmış gibi mektuplar yazardım. Romantik tarafım çoktur. Hala da öyleyim yani ben hiçbir zaman teknoloji ile barışamadım. Aklımda ermiyor onlara. Ben hala çiçekleri,ağaçları, böcekleri, kuşları, ay ışığı, mum ışığı, yakamozlar bütün aklım buralarda doğada çevre de hele de şimdi kirletiyorlar diye ısınma var ya küresel ısınma öldürüyor içim mahvoluyor çok üzülüyorum. O güzel ağaçlar yeşillikler üzülüyorlar ağlıyorlar gibi sanki sesleri çığlık çığlığa bana geliyor gibi hissediyorum. 

Sanat hayatına okulda Dümbüllü’nün taklidini yaparak başladınız. Peki sahne tozuna Dekor boyayarak, ışık tesisatını elden geçirerek, kostüm dikerek karıştığınız anlar oldu mu? 

Dekorla uğraşmalarım oldu. Duygu Sağıroğlu dekorları yaptığı zaman, ben onunla gece sabahlara kadar oturur dekorun yapılışını izlerdim. Ona yardım ederdim yani şunu ver, bunu ver, şunu şuradan taşı, dik tut diye. Yani dekora yardım ederdim. Aksesuarları duvara falan yerleştirirdim yani çok severdim. Böyle galadan önce tiyatronun dekorunun hazırlanması sabahlamamız, yemekler, memekler alırız gece yeriz onları muhabbetler ederiz. Sahnede sabahlamak kadar güzel bir şey yoktur. Hazırlık safhası müthiştir tiyatronun. 

Meddah geleneğinin temsilcisi olarak sormak istiyorum: Meddah , masallarda olduğu gibi cin, peri, dev türünden doğadışı yaratıklara, destanlardaki gibi insanüstü gücü olan kahramanlara, bugünkü standup şekliyle belde aşağıya vurmalara yer veren bir tür müdür? 

Hayır. Meddah o büyük kahramanlara da fazla yer vermez. Yani evet önce ilk başladığı zaman Battal oğlu, yok bilmem Battal gazi gibi böyle bir takım kahramanları Anadolu da sazlarla, anlatmışlar ama sonra sonra meddahlar şehre doğru değişmiş. Bu iş bir tiyatro türü haline gelmiş. Karakterleri çıkarmışlar o zamanlar zaten çok çeşit insanlar var Lazlar var, Arnavut var, Rum var, Ermeni var hepsi o kadar dolu İstanbul. Bu taklitler İstanbul’un meddahlarının repertuarlarına girmiş. Taklitlerle mesela boğazının köprülerinin üstünden karşıya kadar geçerken, adam köprü taklidi yapıyor. Bütün o satıcıları konuşturuyor, insanları konuşturuyor, çeşitli satıcılar var. Yahudiler var ve köprünün üstünden geçer gibi oluyorsun. Karşıyaka’dan. Bunlar böyle güzel. Bir de; anlattıkları karakterleri çizerek baya bir piyes oynar gibi çeşitli karakterlerle oyun yansıtıyorlar. Tiyatro oynuyorlar ama bittiğinde de muhakkak içinde bir kıssadan hissesi var. Sonra okuma yazma az olduğu zaman o devirler azdı zaten. Bunlar köy köy Anadolu’ya turneye çıktıkları zaman; bir yandan repertuarlarındaki oyunları oynarlar, bir yanda da yazılı çıkmış bazı hikayeleri okuyarak seyirciye anlatırlardı. Onun için meddah çok ayrı bir tür çok ayrı bir insan. Müthiş yetenekli, taklitçi dekorunu bile tarif ederken oynayarak anlatan bir insan yani. Onun için böyle devler masallar da anlatabilir ama ben hiçbir zaman meddahın repertuarında masal görmedim. Zaten bizim asıl meddahlarımız; anneannelerimiz, dedelerimiz, nenelerimiz. Bize keloğlan masallarını anlatan onlar. Çocukken düşerdik kucaklarına keloğlan masalları, dinle Allah dinle. Onun için bizdeki sanat böyle doğuyor yani. O zamanlar radyomuz falan yoktu. Pışpışlamadan önce oturup bir varmış, bir yokmuş diye başlarlardı yani. İşte meddah onlardı. Keloğlanın sesini yaparlardı. Haydutun, kralın seslerini çıkartırlardı. 

Günümüzün meddahlığı, şovmenlik maskesi altında kaldı. Peki tek kişilik gösterilerin, Ekip çalışmasından daha üstün tarafları var mı? Yani size verilen rollerde kendinizden adamlar çıkarmayı mı, etrafınızdaki adamları öne çıkartmayı sevdiğinizi söyleyebiliriz? 

Valla etrafımdaki adamları da öne çıkartmaktan hoşlanırım ben. Benim hiç kıskançlığım ve bencilliğim yoktur. Çünkü etraf ve kendim o güzel insanlar da ortaya çıkarsa daha başarılı olursun. Yoksa tek başına sipsivri kalırsın ortalarda. Milletin gözü sende olur kusurlarını ararlar. Halbuki insanlarla bölüşülmeli bir şey. O bölüşmek kadar güzel bir şey yoktur. Şimdi stand up’çılar ve şovmenler çıktı. Şimdi meddah dedirtmek istemiyorlar. Çünkü eskimiş olarak kabul ediyorlar onu. Eskileri giymekle eskimez ki!...Söylemekle eskimez. Onun için bu geleneği neden inkar edip, kabul etmiyorlar hayret ediyorum. Hala Amerika’da şovmen stand up dedikleri zaman, sanki daha büyük bir paye mi veriyor şovmenlik bunlara. Ayrıca da ben çok kızıyorum. Komiklik yapıp güldürüyorlar. Komiklik çok zor bir iştir. Güldürmek çok zordur ve çok başarılı bir şeydir komiklik. Komik dediğin zaman, komiksin dediğin zaman alınıyor. Çünkü komikliği kendisi kabul etmiyor. “Komedyen” desinler istiyorlar. Ama komedyen demek, o demek değildir ki. Komedyen çok başka tiyatro bilgisi olan, donanımı olan bir insandır sanat bakımından. Bunlar yalnız sadece güldürüyorlar onun için bunların adı komiktir. Komiği de hiç küçümsemesinler çok güzel bir laftır komik. Ama kabul etmiyorlar. Çünkü neden? Bunlar sadece güldürü yapıyorlar. Toplumsal taşlamaları yok, meddah gibi karakterleri, çeşitli insanların taklitleriyle, ortalığa getirip de, bir takım mesajlar, öğütler veren bir tarafı yok.Biz sadece para kazanalım diyorlar. Onun için güle güle kazansınlar, güle güle harcasınlar. 

Kalp yetmezliği ile hayatını kaybeden eşiniz Güneş Günaydın, dünyanızdan çekilen güneş kadar ışıksız, yüzünüze doğmayan gün kadar gülüşsüz mü bıraktı sizi? 

Evet birazcık öyle bıraktı. İçim çok buruk ama kızlarım yaşama gücümü verdiler. Onlar buralarda ufak ufak yakamozlarla parlayıp bana bakıyorlar. Kız çocuklarını da ben bu yüzden çok seviyorum. 

Kızlarınız Gülfer , Fatoş ve Ayşe’yi, seyircilerin içine yerleştirsek, hemen seçmeniz ne kadar zamanınızı alır? Oyunculuğunuzda çırpılan ellerin dostlarınıza mı? Ailenize mi? Seyircilere mi ait olması sizi mutlu eder? 

Bir saniyemi alır. Seyircilere ait olması beni mutlu eder. Çünkü seyirciye oynadım ben bu işi. Dostlarım beni tanıyor biliyor. Ama tanımayan, bilmeyenlerin de alkışlarını almak çok büyük bir zevk. Ben zaten oyun oynarken, hepsinin değil, içinden iki üç tanesinin beni anlaması yetiyor. İki üç kişiye oynarım. İki üç kişi anladıysa o bana yetiyor. Öyle patırdısız gürültüsüz bir hayat yaşadım 50 yılı. Sanat hayatımda öyle geçti yani. 

Bütün Anadolu'yu demir asa demir çarık dolaştım. Her tiyatronun çivisinde bir anım vardır.'' Diyorsunuz. Buna göre; .............. yazının tamamı için tıklayın