,

Jitemcileri çaya davet ettim ama

 M. kemal AYÇİÇEK – 5 Mart 2012 

Arap baharı olarak nitelenen şu son dönemlerde Tunus,  Mısır, Libya ve Suriye’deki   Demokrasi  arayışlarını ben bu bahar başlamadan önceleri çok düşünürdüm. Neden kapalı rejimlerde onca insan, daha özgür bir yaşamı istemez ve bunu gerçekleştirmez diye. Sonra kendi ülkemize bakar, fren yapardım düşüncelerimde. Bir yanım bana, “kendin ülkende sen ne kadar özgürsün ki” diye sorar, öteki yanımın düşüncesine ara verirdim. Sonra kendi ülkemizi düşünür dururdum, çocukluğumdan beri  vardır bu takıntım benim. Ülkemizdeki siyasi gelişmeleri de oldukça yakından izliyordum ama ben Devlet’i hep “düzgün” iş yapar kabul ettiğim için, başka türlü hiç düşünemezdim.
Şimdilerde bakıyorum mesela 28 şubat süreci tartışmaları, twitter’da gırla gidiyor. Orada bir şeyler söyleyen ve tartışan insanların mutlaka 28 şubat sürecinde yaşadığı bir şeyler var ki, boşalma gereği duyuyorlar. Elinde klavyesi olan yazıyor, çiziyor ama tüm her şeyi de yazabildiğini sanmıyorum mesela. Hala tam olarak kimsenin kendini fikri özgürlük alanında çok rahat hissettiğini elbette düşünmüyorum. Ama bunu sanki varmış gibi sunanlar yok değil ama ben 28 Şubat’tan aldığım dersle, şimdi sütten ağzı yanan misali yoğurdu hala üfleyerek yeme gereğini duyuyorum. Bir çok insan da bunu yapıyordur. Karadenizolay Gazetesi’nin yazı işleri müdürü idim 28 şubat sürecinde ve bizim attığımız hiçbir manşeti,  başkaları atamıyordu.  Şimdi ki Taraf Gazetesi gibi manşetlerimiz olurdu o süreçte..Tabi bedelini çok ağır ödedik,  hala da ödemeye devam ediyorum. Çeşitli komploların kurbanı olarak hem de, derdimizi anlatacak meslektaş bile bulamadık o zamanlar!
Gazeteyi bıraktıktan sonra bir gün İstanbul’da Aksaray’da gezinirken telefonum çaldı, baktım telefona. Arayan Trabzon valiliğinde sivil polis olarak görev yapan bir tanıdıktı. Karadenizolay Gazetesi Patronu hakkında bilgi almak istiyor, “sor bakalım” dedim “… Lübnan’da kamplarda eğitim aldı mı?” güldüm, “ben Gazeteden ayrıldım” dedim. “olsun bilirsin” dedi ısrarcı oldular, “sorun kendine, ben nerden bileyim” dedim. Meğer aramışlar beni Trabzon’da, bulamayınca son çare olarak telefonla ulaşmak istemişler. Yani sorguyu böyle telefonda değil de fiziki olarak yapacaklarmış meğer, konuşmayı uzatmak istediler, ben kısa kestim, kapattım. 12 Eylül’de lise öğrencisiydim  ve  darbeye  sevinmiştim aslında ama her gün kurşunların vızır vızır sağımızdan solumuzdan geçmesinden iyi idi. Fakat, tüm o süreçlerin birer “derin düzmeceler” olduğunu öğrendikten sonra, tabi ki de o sevinçlerime üzüldüm. Mahallelerin ayrılmış olması, benim özgürlük anlayışıma zaten sığmıyordu. Hele yetişme tarzım, öyle bir aile ortamında olmadığı için aile çocukları bunun  ne demek olduğunu bilemeyebilir.
 İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani   19 Aralık 1996’da Türkiye’ye 4 günlük gezi için geliyor. Rafsancani ile birlikte geziye Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti, Ulaştırma Bakanı ve Türkiye-İran Karma Ekonomik Komisyonu Eşbaşkanı Ekber Torkan, Petrol Bakanı Gulamrıza Agazade ve Ticaret Bakanı Yahya El-İshak'ın da bulunduğu üst düzey siyasi ve ekonomik yetkililerden oluşan 200 kişilik bir heyet katılıyor. Rafsancani'nin "çok içerikli olduğu'' belirtilen ziyareti sırasında halen yıllık 960 milyon dolar olan ticaret hacmini 2 milyar dolara çıkarmayı hedefleyen ve iki ülke ekonomik ilişkilerinin hukuki altyapısını belirleyecek yeni anlaşmaların imzalanması bekleniyor. Bu arada, Tahran'daki diplomatik kaynaklar, iki ülke arasındaki sorunların, "çözülemez olmadığı'' görüşünü savunarak, bu sorunların, "ikili ilişkilerde iyi bir atmosferin yakalandığı bir dönemde, daha da gelişmesi beklenen ekonomik ve siyasi işbirliğini gölgelemesine izin verilmemesi gerektiğini'' belirtiyorlar. Bu gezi sırasında  Trabzon ayağı da var ve biz “Hoş geldin Rafsanjani” diye manşet atıyoruz. Şah Rıza Pehlevi’nin 1934’teki ziyaretinden sonraki bu geziyi önemsiyoruz. Ama sırf  neden “Rafsancani” değil de “Rafsanjani” dedik diye, Bazı televizyon ve gazetelerde  hedef olup,“İrancı” damgasını  yiyoruz.  
Yağmurlu bir 22 Aralık 1996 Pazar sabahı gazeteye gidiyorum, sabah saat 09 gibi. Gazetede kimse yok, kapıyı ben açıyorum. Ama kapının önünde 4 kişi var sivil, yağmurdan gazetenin balkonunun altındalar. Onları içeri davet ediyorum, çay ikram edeyim istiyorum. “yok, görevdeyiz” diyorlar. Tabi ben orada anlamıyorum, sonra havalimanına gidip, aracımı havalimanının karşısındaki bir lokantanın önüne çekip, vip salonuna gidiyorum. Uçak geliyor, bir iki tur yapıyor ama inemiyor! Zamanın Trabzon Valisi rahmetli ismet Gürbüz Civelek, sis ve yağış nedeniyle uçağın alana inemediğini belirtince de biz geri  dönüyoruz. Araca bindiğim de fark ediyorum o bizim gazete önündeki kişileri, beni çapraza almış şekilde araçlarını hareket ettiriyorlar. Ben de arkadakileri dikiz aynamdan fark edince, ön çaprazdaki aracı fark ediyorum. O zaman takip edildiğimizi anlıyorum ama kimseye de bir şey söylemiyorum.  Mehmet Baransu gibi imkanlarımız yoktu o zaman ki, bizi takip edenlerin Jitem mi, Mit’mi ne yoksa emniyet mi, nerden olduklarını bulalım! Meğer o dönemde bizim gazete de de var onlardan biri! Neyse, belki de hak ediyorduk bunu!
Şimdi o uçağın Uluslar arası bir havalimanı olmasına rağmen Trabzon’a inememiş olmasını kabul edemiyorum. Acaba inemedi mi, yoksa indirilmedi mi? Yine o zaman ki Trabzon valisi İsmet Gürbüz Civelek’in güya kalp krizinden ölmüş olabileceğini de kabul edemiyorum! Tabi sadece bunlar da değil  o süreçte Gazetemizi normal dağıtım ağı ile dağıtmak istiyoruz ama buna fırsat verilmiyor. Tıpkı Akşam gazetesi gibi bizi de dağıtmıyorlar! Biz gazetede sabahlıyoruz, gazeteleri özel dağıtımla bayilere ulaştırmak için çırpınıyoruz. Yine  o 28 Şubat sürecinde Şalpazarı Geyikli Beldesi’nde belediye başkanlığı seçimi var, FP’den A. YÜKSEL GÜLAY başkan adayı  ona destek olmak için Recep Tayyip Erdoğan Trabzon’a geliyor ve sadece bizim gazeteyi ziyaret   ediyor zamanın  Trabzon Belediye başkanı Asım Aykan’la birlikte, o bizi izleyenler de her halde oradan bizim hakkımızda fermanı veriyor işte. Bir gün bakıyorum Tugay’dan bir yazı, “Kalepark’ta çay içmek için kimlik kartı alacak personelinizin” diye başlayan ve  o personelimizle ilgili bilgi isteyen 30’un üzerindeki soruların cevaplanması isteniyor. Bu yazıya, “bizim kalepark’ta çay içecek personelimiz bulunmamaktadır” gibi kısa bir yazı ile cevap vermiştim. Personelin annesinin kızlık soy isimlerine varıncaya kadar bir dizi soru..hep sıkılmışım sorulardan zaten, hem öyle bir çay içme lüksümüz de zaten yoktu.
Oysa ben güya Avrupa için o kadar değil de mesela özellikle de Müslüman ülkelerdeki yönetimlerin Dünya’nın en iyi yönetimlerine kavuşmasını isterdim. Almanya’da Berlin duvarı yıkıldığında, Romanya’da  Nikolay Çavuşesku’nun eşi ile idam edilmesine çok  üzülmüş olmakla umutlanmıştım. Arap baharı ile özellikle de Müslüman ülkelerdeki despot yönetimlerin değişmesi, en azından bizdeki kadar da olsa özgür olunması şüphesiz ki samimi arzumuzdur. Dünya’da insanlar hele yaş gruplarına göre tasnif etseniz de aynıdır. İhtiyaçlar anlamında, Amerika’da da, Afrika’da da, İngiltere’de de 27 yaşındaki bir insanın rengi dili ne olursa olsun hepsinin ihtiyaçları aynıdır. Sorunları da aynıdır. İlkokul ve orta öğretimdeki insanların da aynı, emekli insanların da aynıdır. Yeter ki dürüst ve samimi yönetimler iş başında olsun, tüm ülkelerde sorun kalmaz ve Dünya, ülkeler farklı olsa da insanlar hep mutlu olarak yaşar, savaş ve çatışmalardan uzak bir yaşam sürer. Yunanistan’daki fakirlik, yoksulluk bizi de etkiler, Yugoslavya veya İzlanda da ki bir olumsuzluk ta bizi etkiler. Biz kendimiz için ne istiyorsak tüm Dünya insanlığı için de onu isteriz ve bundan mutluluk duyarız, değil mi öyle? Kalın sağlıcakla.
YORUM EKLE