,

Karadeniz nasıl yeşil kalıyor sanıyorsunuz?

 M. Kemal AYÇİÇEK – 21 Mayıs 2012 

Uzaktan davulun sesi gür gelir ya, Karadeniz’de de yeşil, uzaktan  ne kadar da hoş görünür..uzaktan görenler, her yıl Allah vergisi bir yeşilliktir Karadeniz de sanır, öylece kafasında Karadeniz hep yeşildir diye de bilir. Oysa bu, işin uzaktan görünen kısmıdır. Evet Karadeniz hep yeşildir ya işte o yeşilin solmaması için Karadeniz insanı da gecesini gündüzüne katarak çalışır, sırf o yeşil kaybolmasın diye, emek verir, ter döker, uğraşır. Hem de bunu, konu komşusunun tarlasına bakarak, kendine bir görev sayarak yapar.
Karadeniz bölgesi, salt turistler için yeşiline doyum olmayan, yeşilin de her tonunun her zaman rahatlıkla da görülebileceği bir yerdir. Biz de  fındıklar yaprak dökse de, ne çay ne de karayemişler, kışın yaprak dökmez mesela. Karalahana, mandalina, portakallarda yaprak dökmez. O nedenle kışın da olsa çay bahçeleri hep yeşildir ama koyu yeşil. Mayıs ayı gelince bu kez yeni filizlenmiş çaylar, yaprak açan fındıklar, Kızılağaç, ve tüm meyvelerle yeşile bu kez tam bürünür Karadeniz. Fakat tarlalar vardır, mısır tarlaları, bunlar ilk önce arpa ile yeşerir, mısır, fasulye, ardından patates derken sararmış bir ürün, o Karadeniz’in yeşilliğine helal getirmesin diye hemen bir diğer ürünle doldurulur ve yeşillik böylece yıl boyu sürdürülür. Ama bunu evet doğa genel anlamda yapar ama Karadeniz insanı da o doğaya ayak uydurmuş bir halde çalışır çabalar ve K aradenizin sürekli yeşil kalmasını sağlar işte.
Mısır tarlası dediysem bunu sakın ticari anlamda algılamayın ha, sadece o ailenin yıl boyu mısır ununu elde etmek için, kuymak, mısır çorbası,lapa, mısır ekmeği,muhlama, lahana, veya hamsi kızartmak için kendi kullanacağı ürünü elde etmek için kendi ailesine yetecek kadar işlediği bir tarladır. Hem bu tarlalar, araziler engebeli olduğu için öyle makine parklarının traktörler gibi rahatlıkla  girebileceği yerler de değildir ve salt el emeği ile insan iş gücü ile işlenebilecek arazilerdir. Bel denen bir tarım aleti vardır ve “bel bellemek” kimi yerlerde imece usulü ile yapılsa da o imeceyi oluşturacak insan bulmakta ta zaman zaman sıkıntı çekebilirsiniz. Hele bir de işlerin üst üste bindiği mayıs ayına denk geldiyseniz Karadeniz de tam da doğaya uyum sağlamak için  K aradenizlinin tam performans ter akıttığı bir sezondur bu, nasıl baharda doğa uyanırsa Karadeniz de de aynı doğa ile uyanmak vardır ve bu çalışma temposu, fındık ayının sonuna, Yani Eylül ayına kadar devam eden tempolu bir koşu gibidir. Bağdan bahçeden çıkamazsınız.
Adamı gurbette olan varsa onlar döner memlekete, çay zamanıdır, çay toplanacak bir derttir, o çayın verilmesi ayrı bir derttir, çayda kontenjan uygulanır, topladığın çayı veremezsin o zaten başlı başına bir derttir. Karadeniz’de göç nedeniyle nüfus artık eskisi gibi genç değil de Karadeniz de genelde toprağından ayrılmayı gururuna yediremeyen yaşlı anne ve babalar kalmıştır ve ama iş sezonu başladığın da adamı olan gurbetteki evlatlarından da medet umar,  bel bellemek genç işidir, tarla bellenecekse  bunu yaşlılardan ziyade gençler yapabilir ve bu yüzden de gurbette olan gençler, anne ve babalarının bu sıkıntısına el verirler. Yaşlı anne, tarladaki ekinini biçerken gurbetteki oğlundan telefon gelir, o gurbetteki oğlu anneye, “kendinizi yormayın, iş yapmayın, kendinize dikkat edin” tavsiyesinde bulunur. Anne buna, “he, temam, olsun” der telefonda ama telefon kapanınca da, o anne bu kez az önce konuştuğu oğlunu mezeler, “anneciğim,  kendini yorma ha, hemi la, he he kendini yorma da bu çayırları kim biçsin, el aleme ayıp değil mi, yorulmadan olur mu, uzaktan öyle ‘kendini yorma’ demek kolay tabi, bu işleri kim yapacak” der bir de ardından güler.
O gurbetten açılan telefonlar da söylenen “kendini yorma” demeler, güya anneleri düşünmedir ama aslında, düşünceden öte, “ben gelemiyorum, yanında olamıyorum ama seni düşünüyorum”dan başka bir şey değildir. Çünkü gurbette de olsa, Karadenizli genç ya da yaşlı, hangi işin zamanıdır, Karadeniz de insanların boğaldığı sezonu iyi bilir. Bunun için de telefonlarla destek verilir. Fakat gelebilenler, anne ve babasına destek olmak için bir iki günlüğüne de olsa atlar gelir, işlerine destek verir ve yeniden gurbetine döner.
Konu komşu tarlasını, bağını bahçesini hazırlamışsa ve siz onlardan geri kalmışsanız bu “ayıp” sayılır, konu komşudan geri iş bırakılmaması da gerekir. Bu yüzden çayır biçmeden tutun, tarlaların bellenmesine, mısır ekilmesine, fasulye hereklerinin dikilmesinden tutun cargel edilmesine, tüm bunların yanında çayınız varsa gelmiştir onun toplanması, verilmesi, hepsi bir araya yığılmış işlerdir ve bunları öyle yaşlı anne ve babaların tek başlarına yapabilmeleri de mümkün değildir. Eğer paranız varsa, o da işçi bulabilirseniz  veya işi olmayan kendi komşunuz varsa ki bu da pek kolay değildir, yani böyle bir dönemde istediğiniz de çalıştırmak için insan da bulamazsınız. 
Çay gelmiş, tarla bellenmemiş diyor annem abdestini alırken, bana dönüyor, “Bir annenin, babanın görülmesi için 200 lira çok paramıdır?” diye soruyor. Anlamıyorum ilk önce, sonra “hayırdır, nerden çıktı bu” diye sorunca, Annem,  “İstanbul’dan Necati, geleyim tarlayı bellemeye diyor da, baban gelmesin, onca yol yorgunluğuna ne gerek var diyor, hemi oğlum oda hasretluk , bir soluklanmış olur” diyor. O zaman anlıyorum annemin meramını, hemen anneme destek veriyorum. “Ne demek, anne, görestiysen, hasret gidermek için 200 lira ne demek, tabiî ki de değer” diyorum. Bakıyorum, abdestini keyifle tamamlıyor. Babam, daha yakındaki kardeşimin çocukları ile gelmesinden yana ama o da üç çocuğu ile  yola girmeyi risk sayıyor, buna cesaret edemiyor. Babam, bir taşla iki kuş vurmanın derdin de onu da anlıyorum. Hem torunlarını özlemiş, onları görmek istiyor, hem de o yakındaki oğlunun tarlayı belleyebileceğine inanıyor ve zaten onun tarla bellemesinin kendi doğasına daha uygun düştüğünü gözlemliyorum. Öyle tarla bellemenin usturubu mu vardır demeyin, her arazinin bellenmesi gereken bir tarz var ve bunu belli ki Hasan, ben ve Necati’den daha iyi yapıyor babama göre tabi.
Necati atlayıp uçağa geliyor, bir buçuk gün de de tarlayı belliyor, alıyor anne ve babasının dualarını, kendince köy zevkini de çıkarıyor, Annem o sıra Necati’ye geyiklerden yakınıyor, “Şurda birkaç çileğim var, geyikler gelip de onları otluyorlar, sanki başka ot yokmuş gibi oğul, ben o kadar emek veriyorum ama anlamıyorlar, tarla da ne fasulye, ne çilek, diktiğimi bırakmıyorlar” diyor. Necati, geldiği gibi  uçak’la yeniden İstanbul’a dönüyor. Necati ile tarla bellerken ben çay vermeye gidiyorum, tabi Çaykur’un alım ekibi, Araklı’da çok da prensipli değil, verdiği saatlerde çay alımına gelmiyor veya işini savsaklayan bir ekiple bu işi yaptıklarını sanıyorlar. Kayınpederimin saatlerce yol kenarında  Çaykur çay alım ekibini bekleyişini es geçiyorum , iki günde çay verilemiyor. Zaten kota denen bir bela da uygulamaya konmuş, bir dönüm çaylığın  varsa onun için 20 kilo çay verebiliyorsunuz, o da Çaykur’un çay alım ekibi, sizi es geçmiyor veya verdiği saatte gelip alım yapabiliyorsa ki bunu da yapmadıklarını görüyorum. Düşünsenize daha çay bahçesine girip ilk günde topladığınız çayın kontenjana takıldığını ve sizin günde sadece 40 kilo çay verebilecek olmanızı, buna siz hakkıyla çay müstahsilisiniz muamelesi gördüğünüzü  kabul edebilir misiniz?
Bende etmiyorum zaten,  hem adil olmayan kontenjan uygulamasında bir dönüm çaylığı olan da, 20 bin dönüm çaylığı olanda, yani yılda bir ton bile çay veremeyen de aynı kontenjana tabi, binlerce ton çay veren de aynı kontenjana tabi olacak bir saçmalık.nitekim “lanet olsun Çaykur’a” diyip, çayları özel sektör de kuru çay karşılığı verelim bari diyip yola koyuluyoruz, yanım da Mahmut amcam var, o çayını marabalara vermiş, İstanbul’da oturuyor, ne zamandır da çay işi ile pek ilgili değil zaten. Bir hayli yol aldıktan sonra Sürmene’deki çay fabrikalarına gidiyoruz. Bunlar özel sektöre ait işletmeler, fakat aynı şey oradaki çay üreticilerinin de derdi. Kamyonlarla insanlar yığılmış özel sektör fabrikaları önünde, kimi telefonlarla torpil yapmak peşinde, kimi çayını verebilmek için sıra kapma derdin de, kimi, “ben senden önce geldim, saat  ikide iğne vurulacaktım bak vurulamadım, saat üç olmuş, sıranı bana ver” derdinde, kimi , “ben buranın sürekli müşterisiyim, öyle değil mi Osman?” havalarında, derken zar zor saat üç de olsa özel sektöre çayımızı verebiliyoruz. Verdiğimiz 160 kilo yaş çaya karşı aldığımız 14 buçuk kilo kuru çay. O aldığımız kuru çayların üzerinde de bir uyarı, “Tavsiye edilen tüketim tarihi  2015 “.. şimdi siz siz olsanız böylesi bir çay müstahsilliğini ne kadar sürdürebilirsiniz? Düşünsenize sizin 10 ton çay yaptığınız ve karşılığın da da böylesine bir serüvenle çayınızı değerlendirebildiğinizi, buna siz ne kadar tahammül edebilirsiniz? 
Tamam verdiğiniz yaş  çay karşılığında kuru çay alıyorsunuz ama  2012 yılındayız ve  verdiğiniz yaş çay karşılığında size verilen çay tüketimi  için önerilen tarih 2015..yani, kendi eviniz de de bu çayı kullansanız aslında doğru dürüst bir çay içemeyeceksiniz ve bu yıl verdiğiniz yaş çay karşılığında aldığınız çayı 2015 yılında kullanabilirsiniz deniyor. İşte çay müstahsillerinin çektiği sıkıntı bu ve onca iş ve meşgale arasında bir de bunlarla zaman öldürüyorsunuz. Oysa turistlere göre, “Karadenizliler ne şanslı insanlar, hep yeşillikler içindeler ve oh, mis gibi tabiatları var” denebiliyor. Karadeniz de olmak, Karadeniz’i dışarıdan göründüğü gibi tüm güzelliklerini bir arada yaşamak anlamına gelmiyor yani, Karadenizli olmak baya bir sabır gerektiriyor, hem devlete, hem de özel sektöre tabi.
Kentsel dönüşüm yasasının TBMM’de onaylanmasından sonra bizim Trabzon Milletvekilimiz ve Çevre ve Şehircilik Bakanımız Erdoğan Bayraktar, “Dönüşüm ile rant sözcüklerini yan yana getirmek ölü soyuculuktur” demişti ya, şimdi Karadeniz de bu Çay kampanyası dönemin de tam da bu “ölü soyuculuk “ olayı yaşanıyor, hem de kampanya boyunca.. Çaykur bir fiyat veriyor, ardından da üreticileri  adeta özel sektörün inisiyatifine terk ediyor. Aynı Devlet, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı gibi Çay bölgesinden yani Rize Milletvekili olmasına rağmen, Gümrük kapılarından kaçak çayın yurt içine girişini önleyemiyor ve bunun bedelini yine gariban, sahipsiz çay müstahsiline ödetiyor. Tüm bunları bir arada yaşamak, Karadeniz insanına nasıl reva görülebilir? Böylesi bir garabet olur mu Allah aşkına?  Daha ne diyeyim, benim aklım ve mantığım algılamakta zorlanıyor,Kalın sağlıcakla..
YORUM EKLE