Hayati AYÇİÇEK - 2 Eylül 2021
Haberi, Cuma günü saat on dokuz sularında geldi. Alt üst etti. Hak’tan gelene kim ne diyebilir ki? Er geç inandık. Hazmı zaman alacak gibi.
Sorular soruları izledi: Daha birkaç hafta önce köyde değil miydi? Konuşmuş, uzun boylu sohbet etmiş, sağlığına dair en ufak bir şüphe duymamışken kalp krizi de ne oluyordu?
Aslında hayatta her an, her şey oluyordu. Olmak’tı esas olan. Maddenin olmakla var olduğu bir hakikatti. Madde olma’sız, olma maddesiz var olamazdı. Bütün fiiller olmak’la maddi dünyada tezahür ediyordu. Duygusal olan insandı, yani bizlerdik. Kimi olmaları faydalı, değerli ve sevindirici buluyorken; kimi olmaları da beğenmiyor, faydasız görüyor, üzüntü duyuyorduk. Erenlerin hali halimiz olsa her şey kolay olabilirdi. Lakin erenlerden değildik.
Gece zor geçecek. Gün, çok daha zor... Suskun ve kederli bekleyeceğiz.
Bir ara Hoca’nın facebook sayfasına bakmak geliyor aklıma. Son paylaşımlarında, özellikle sağlıkla ilgili olanları arıyor gözlerim. Ağustos ayı başında diş randevusu alamamaktan şikâyetçi olduğu bir paylaşıma rast geliyorum. Sağlıkla ilgili tek paylaşım bundan ibaretti. Her şey âni olmuştu demek ki. Ani…
Kendi kişisel sayfasında, isminin hemen altında “Hayat fani, bilmek gerek her ân'ı...” sözü ilişiyor gözüme. Dolu dolu geçen çocukluk yıllarımız, Samsun’daki askerlik dönemim, Endülüs Kitabevi, bayram akşamları köyde geç vakitlere dek yaptığımız sohbetler ırmaklar oluyor akıp duruyor zihnimde.
Çocukluk dönemimizde mahalledeki bütün çocuklarla birlikte eğlenirdik. Kalabalık da sayılırdık. Piyesler oynar, kitap, dergi okur, futbol maçları yapar, birlikte çarşıya iner, denize gider, sinemanın keyfini çıkarırdık... Bayramlarda Trabzon’a kaçar, cadde cadde, sokak sokak şehri turlar, meraklı gözlerle insanlara, binalara, bahçelere, köprülere bakar, yarı aç, yarı yorgun da olsak muazzam bir gün geçirirdik. Yanbolu Deresi değirmen günlerimiz ise sabah erkenden yollara düşüp akşam karanlıklarında evlerimize vardığımız upuzun bir macera, masalsı bir gün demekti.
1992 yılında Samsun’a askerlik nedeniyle gittiğimde Hüseyin Hoca, Endülüs Kitabevi’ni işletiyordu. O yıllarda tanıdığım onun arkadaş çevresiyle ben de tanışmış, dahası kaynaşmış, izin günlerimi onlarla geçirir olmuştum. İçlerinde gazeteci, yazar, şair, üniversite hocası, çokça öğrencinin olduğu bu grup ile Hüseyin Hoca, 30 yılı aşkın bir süre arkadaş kaldı. Bir tekiyle bile küskünlük yaşadığını sanmıyorum. O yıllarda tanıdığım Hayati, İzzet ve Ömer İdris’i cenazede gördüğümde hiç şaşırmadım. Samsun’da helallik babında mini bir tören düzenlenmese bu gelenlerin üç, dört katı insanın köye geleceği tahmin edilebilir.
Hüseyin Hoca’nın lüksü, gösterişi, israfı yoktu. Yetinmeyi, dahası kanaatkâr olmayı tercih ederdi. Yani, çokla nevri dönen bir insanlıktansa azla kendi kalmayı tercih ederdi. Sakindi. Sükûneti, bilgi diye kasılan hurafelerin sınırında dağılır, sahtekârlığa karşı savaşçı bir veçheye bürünürdü. Bu son hali zaman zaman nüksederdi. En veciz ifadesine ise bir Ramazan Bayramı sabahı köy camiinde İmam Efendiye karşı çıkışı sırasında yaşanmıştı.
Hüseyin Hoca, dünyaya erken veda edenler kervanına katıldı. Olası bir “ölüme yakın kişiler listesi” yapılsa akla gelecek kişilerden olmadığı kesindi. Bu işin bilgisi gibi hikmeti de Allahuteala’ya ait. Bizler Allahuteala’ya aitiz. Hakkımızı sonsuza dek helal ediyor, mekânının cennet olmasını diliyoruz.
Fotoğraf: Ben, Baki, Hüseyin, Şakir Hoca ve Necati. Karadeniz Yazarlar Birliği lokali. Yıl, 2000'lerin başı olmalı.
Ali Bedir / Samsun'dan yazdı;
Trabzon'un Araklı ilçesi Yiğitözü köyünden
Bir can düşmüştü Samsun'a
Yüzü hep Hakka dönük Ayçiçekti
Yeni dostları girmişti koluna
Ülkenin birçok yerinden
Nice anılar biriktirdi şahit olduğu
Kelimeleri de kendisi gibi telaşlıydı
Her kültürel çalışmada yer almak büyük zevkiydi
Şiire selam çakarken tiyatronun içinde oldu
Hatta amatör oyunculuk denemesi de
Kitapları ise hiç unutmadı
" Endülüs Kitabevi" bu sevdanın ürünüydü
Kuruluşunda çok çabaladı
Hak izinde hakikat arayışı hiç solmadı
Peşine düştüğü çok soruları vardı
Acıları azaltmak sorularına cevap bulmak sancısıydı
Öfkesi neye, kime; bilenler susardı
Bazen kasırga olur eser, atar tutardı
Dostları onu anlar her şeyi yutardı
Bilirlerdi ki kötü bir niyeti yok
Sonunda o da susardı
Ve bu sakinlikte eyvallah dedi
O telaşlı adam nasıl da yalnız gitti
Rahmet olsun diyelim.
Ali Bedir
----------
Midye, karides ve yengeç yemek caiz midir?
Hüseyin Akın / Milli Gazete / 31 Ağustos 2021
İnsanoğlu acelesi olan varlık. İnsankızı da öyle. Kur’an insanın bu zafiyetini “acelecilik” olarak ifade eder: “İnsan çok acelecidir” (İsra-11). Bir an önce olsun ister, beklemekten hoşlanmaz. Bekletmeyi sevenler bile böyledir, kendileri beklemeye gelmezler. Sabır isterken dahi aynı paradoksu yaşadıklarının farkında değildirler: “Allah’ım bana sabır ver; ama çabuk olsun!” Oysa sadece hayırlı işlerde acele etmek tavsiye edilir. “Hayırlı işlerde acele ediniz” (Hadis).
Herhangi bir tehlike karşısında, hele bir de insanların canları söz konusu ise acele etmeyecek miyiz? Makul bir acelecilikle, tabi ki evet! Gözü kapalı bir acelecilikte ayaklar birbirine dolanır, panik yapılır ve kaş yapayım derken göz çıkarılabilir. Bazı insanlar vardır tez canlıdırlar. Bir şey üzerinde düşünmek için beklemeye tahammülleri olmadığı için iki adım ötesine bile geç kalmış gibi yetişemem endişesiyle saatinden çok önce harekete geçerler. Şeytan bu tür insanları adım adım duvar arkasından izler. İki ayakları tam pabuca girecekken şeytan önlerinde dikilir. Acelecilikten işlerine şeytanı karıştırmakta bir beis görmezler. Ayakkabının ikisini de doğru ayağa giydiriyorum diye kandırarak şeytan onlara pabucu ters giydirir. Hâlbuki şeytana pabucu ters giydirmekte bu insanlar daha iddialıdır.
Bir şeyin cevabını drajeler halinde almaya alışkındırlar. Nasıl olsa büyükler her şeyi bizim yerimize düşünmüşlerdir. Önemli olan sonuçtur. Düşünmek zaman alan bir eylem olduğu için, “Neyim var doktor, sen onu söyle?!” mucibince teşhise odaklanmışlardır. Biliyorum bu yazı boyunca da bazılarımız başlıktaki fetvanın cevabını bu fakirden alıp derin bir oh çekmeyi bekliyordu. Bırakınız mevzuya girmeyi, konunun semtinden bile geçmedim. Yo, lütfen hemen surat asmayın; sorun bir, “Niye girmedin konuya?” diye.
Trafik çok sıkışıktı dostlarım, herkes o güzergâha doğru gidiyordu. Mecburen daha tenha sokaklardan köy yollarına direksiyonu kırdım. Kimsenin acelesinin olmadığı yerlere doğru.
HER GİDEN DOSTLA SEYRELİYOR DÜNYA
Dostlarımızın yaşadıklarından Facebook, Twitter ve Instagram gibi mecralar sayesinde haberdar oluyoruz. Vefat edip aramızdan ayrılışlarını da öyle. Hele dostlara ait ölüm haberleri sosyal medyanın hayatı gölge oyununa dönüştüren ortamında hiç inanılır gibi gelmiyor insana. Daha doğrusu sanallığın işletilebildiği tek yer olarak kalsın istiyor insan bu mecraları ölüm haberleri ile karşılaşınca. 27 Ağustos akşamı çok değerli dostum Hüseyin Ayçiçek’in vefat haberini yine sosyal medyada okuduğumda aynı duyguları yaşadım. Çünkü her şey yaşamanın lehineydi. Daha bir gün evvel diyet mevzuunda kendisine takılmış karşılıklı şakalaşmıştık.
Hüseyin dostumuzla ilgili binbir türlü haber okuyabilirdik, ama bunların hiçbirinde ölüm okuduklarımızla aramıza girmezdi. Ne desem, nasıl söylesem, hangi mazerete sığınsam, kime şikâyet etsem nafileydi. Sevgili dostum Hüseyin Ayçiçek kalp krizi neticesi ruhunu Allah’a teslim etmişti. Çaresiz ortak dostları aramaya koyuldum. Belki içlerinden biri, “Haber doğru değil, yanlış anlaşılma olmuş” der de bu haberi üzerimizden uzaklaştırırız diye. Bir süre sonra doğruluğu tescillenen haber yerini hatıralar ormanında derin bir sessizliğe bıraktı. Birden seyreldi dünya. Yanımız yöremiz boşaldı.
Hüseyin Ayçiçek’le öğrencilik günlerimizde Samsun-Baruthane yokuşunun başında oturduğumuz ev ve gece yarılarına kadar okuduğumuz kitapların yüksek sesle teatisi yüreğime sürünerek geçti. Endülüs Kitapevi, Yolcu dergisi, sahici dostluklar, demli çaylar, İstanbul’a uğradığında kültür mekânlarını turlamalarımız, daha bir sürü şey geçti gözlerimin önünden. Samsun’u güzelleştiren adamlardandı. Ahmet Usta gibi merhum İsmail Dervişoğlu gibi, İsmail Esti, İsa Hemiş, Nevzat Onmuş, şair Mustafa Karaosmanoğlu gibi ve daha niceleri gibi. Eğitimciliği, tiyatroculuğu ve hayatın iyi okuyucusu olmasıyla herkesin hafızasında sahici dertleri ve ulvi meseleleri olan bir Hüseyin Ayçiçek imgesi olduğunu biliyorum. Yüzündeki tebessüm nüktedanlığına, nüktedanlığı ise dünya ile kurduğu ilişkinin kalenderlik ve dervişaneliğine işaretti. Bu harbilik ve hasbilik içerisinde sağlam bir inanç ve mücadele azmine sahip olduğuna şahidim. Başta ailesi olmak üzere, bütün dostlarına ve yakınlarına başsağlığı diliyorum. Mekânın cennet olsun aziz kardeşim, sevgili dostum!
----------
SAĞ YANIM / Kamil Sönmez
Hüseyin AYÇİÇEK’in Aziz Hatırasına
(İnsanın tarifine dair, şu kısacık ömür için uzun bir yazıdır.)
Üniversiteye girdiğim yıl (1988) tiyatro seçmelerinde tanışmıştık. Dile kolay otuz üç yıl geçmiş üzerinden. Müteveffa, ilahiyat fakültesinin son sınıfında okuyordu. Bir an şaşırdığınızı hissediyorum, durun! Yazıyı okudukça daha çok şaşırtacak sizi Hüseyin. İlk bölümde affınıza sığınarak tarihimizi, hukukumuzu anlatacağım, ikinci bölümde de Hüseyin’i!..
Hüseyin ile başlayan sanat birlikteliğimize eklemlenen dostluğumuz, üniversite tiyatrosu için verdiğimiz mücadeleyle daha da pekişecekti. Benim kavgacı, mücadeleci yanımı; itidalli, sabırlı bir yol arkadaşı tamamlayacaktı. Hüseyin, tüm kulüp öğrencileri tarafından sayılan, sevilen biriydi. Bir ağabeyde olması gereken niteliklerin tamamına haizdi. Serde Karadenizlilik olduğundan mı bilinmez, bir yerde haksızlık gördüğünde gözünü de budaktan esirgemezdi, yani pes etmezdi. Bana dostunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim, atasözü Hüseyin’de gerçeklik bulmuştu. Dostlarının tamamına yakını sadece Samsun’a değil; tüm ülkeye ışık saçan bireylere dönüşecekti. Önce Baruthane’deki fakirhanesi (öğrenci evi), ardından Irmak Caddesi’ndeki öğrenci evi… Oralar, düşünce ufkumu geliştirdiğim, okuduğum, öğrendiğim gerçek fakülteydi. İsmail Dervişoğlu’nun inatçı bilgeliği, Mustafa Karaosmanoğlu ’nun entelektüelliği ve daha niceleri. Bir okuldu Hüseyin. Ayrı dünya görüşlerimiz olmasına rağmen mahallemin sağ tarafını öğrendiğim bir okuldu. Hatta birgün ortak tanıdığımız İnkılap Tarihi Öğr. Görevlisi Nejat Bayrak hoca, bizi sürekli yan yana görünce (O zaman Demirel ile İnönü Hükümeti koalisyona girmişti. Sol-sağ koalisyonuydu.) , Ohooo siz hükümetten önce koalisyon olmuşsunuz, deyiverecekti.
Tiyatro dolu yıllar sürecinde, gece eğitimi (II. Öğretim) tiyatro konservatuvarına da kayıt olmuş, aynı sıraları paylaşır olmuştuk. Hüseyin üniversiteden mezun olunca, “Endülüs Kitabevi”ni kurdu. Endülüs, bilim ve sanatın Avrupa’daki ilk Rönesans’ıdır. Entelektüel bir merkezin adıdır. İşte bu ad, Hüseyin’in kitabeviyle Samsun’da (ve Karadeniz’de) tekrar dirilecekti. Hüseyin, Samsun’un kültür yaşantısına bir nefes gibi gelmiş, binlerce okura, sanatçıya, felsefeciye ilham kaynağı oluvermişti.
Kararlı ve inatçı kişiliğine örnek, Hüseyin hayat arkadaşı yengemiz Gülendam Ayçiçek ile dünya evine girmek istiyordu. Gülendam yengenin eski Samsun Müftüsü olan pederi ise, bir türlü razı gelmiyordu. Hüseyin, ben Gülendam’ı kaçıracağım, deyince mevcut Samsun Müftüsü, olur mu canım öyle şey, isteriz verirler, demiş. İstemeye gidip eli boş dönünce, kaçır evladım, deyivermişti. Hüseyin’in nikahını da Prof. Dr. Süleyman Ateş kıyacaktı.
Kitabevi işletmek, ticari serüvendi Hüseyin için. Bir türlü barışık olamadığı ticareti terk eyleyip, öğretmenliğe, bu sefer de öğrencilerine ışık tutmaya devam edecekti. Üç evlat sahibi oldu. Tek maaşla üç evladını da en iyi şekilde okuttu, iki evladının güzel mezuniyetlerini gördü. Küçük kızı ise, başarıyla okul hayatını sürdürüyor. Büyük kızı Sena (Bizim eve geldiğinde 7-8 yaşlarındaydı) sonradan Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde öğrencim, fakültesinin tiyatro kulübünün de yönetmeni olacaktı. Hüseyin ile en son annemin vefatında Samsun’da bir aradaydık. Hüseyin, sağ ol, dediğimde. Dostlar iyi ve kötü günde lazım, deyivermişti vefalı dostum. Ne acı ki, annemin vefatından 20 gün sonra da Hüseyin’i kaybedecektim. Vefattan bir hafta önce de telefonla görüşmüştük. Cuma akşamı bir telefon, Mustafa Ağabey (Karaosmanoğlu), donuk bir ses (Hiç alışık olmadığım.), önce yavaştan hal hatır sordu, anladım soruş şeklinden, yüreğime indi denilir ya!.. Bunu şiddetle yaşadım. Şöyle tarif edebilirim: Bir ton ağırlığında bir yükün nefesinizle birlikte kalbinizin tam ortasına inmesi gibi bir şeydi. Otuz üç yıllık dostluğumuzda beni ilk üzüşü oldu Hüseyin’in bu vedası.
Hüseyin,
Vefalı dostum, ilahiyatçı tiyatrocu olur mu, sorusunun yanıtı dostum. Beni dünya tiyatrosunun belki de en önemli birkaç yazarından birisi Dürrenmatt ile sen tanıştırdın. Benim sanat anlayışıma güneş gibi doğdun. Camus’un "Doğrular"ı…, Hediye ettiğin başucu kitaplarımdan birisi Beşir Ayvazoğlu'nun “Aşk Estetiği”, Halil Cibran'ın “Ermiş”i, “Kuran-ı Kerim Meali” Prof. Dr. Süleyman Ateş, Ali Şeraiti'nin “Sanat”ı, bu kitabın anısı da var bende. İslam estetiği, sanatı konusunda gelmiş geçmiş en önemli isimlerden İranlı Ali Şeriati, aydınlanmacı yönüyle tabuları yıkmış büyük bir düşünür… Ben de İstanbul’da asteğmenim. Kitabı gece nöbetlerde nizamiyede okuyorum. Binbaşı girdi içeri ve o zaman 28 Şubat olmuş. Ne bu şeriat meriat kaldır o kitabı, sakın bir daha görmeyeyim, diyerek benim 28 Şubatım da o olmuştu. Halbuki Ali Şeriati, şeriatçı değildi ama yıllarca tebessümle hatırladığım bir anıma dönüştü.
Hüseyin’le Samsun’a gelen tüm tiyatroları izlerdik. Sağ- sol fark etmezdi. Oyunları izler, arkadaşlarla tartışır, bilgimizi, görgümüzü arttırırdık. Hatta sadece Hüseyin’le izlediğimiz haremlik-selamlık oyunlar bile oldu. Ulvi Alacakaptan ilk aklıma geleni… Sonradan facebooktan takipçisi olmuş, yaptığım bir eleştiriye sinirlenmiş (Genel tavrıdır Üstadın.), bana fena sarmıştı. Ama, gerçekten severim Alacakaptan’ı, efendice takibi bıraktım. Hüseyin’e, Alacakaptan’dan feragat ettim, deyince çok gülmüştü. Hüseyin hayatında bir bara ilk ve son olmak üzere benimle gitmişti. Hararetli bir konu üzerinde tartışıyorduk birkaç arkadaş. Hüseyin de yanımızda vardı. Bir iki kadeh üzerine parlatalım, sohbet açılır, deyip bara gitmeye karar verdik. Hüseyin, ben gelmem, deyince. Hüseyin, sigara içiyorsun, o da haram, içki-sigara fark etmez. Sen gel su iç, deyince. Bir süre durakladı ve geldi. Kızılay sodası içtiğini hatırlıyorum. Bara gidilince dinden aforoz edilmeyeceğini bilebilecek donanımda ve zekadaydı.
Hüseyin ile her sezon başında Ankara Devlet tiyatroları Genel Müdürü’ne gider dekor hibesi alırdık. Gel gör ki, Genel Müdür imzayı koyar, İrfan Şahinbaş Atölyesi Dekor-Kostüm Ayniyat Şefi "Arnavut" memur, kısmır davranır, istediklerimizi vermezdi. Bu film her sene tekrarlandığı için, Genel Müdür’ü değil de Şefi önce ikna ederdik, Ankara’nın simsiyah olmuş kar kalıntıları üzerinde beraber üşüyüp, karlı yolları beraber arşınlardık.
Fakir ve gururlu denir ya, işte ondandık biz de… Gönlümüz zengin, ufkun arkasına bakardık. Göremesek de orasıylaydı muhasebemiz. Hüseyin, hayatının hiçbir döneminde paraya tamah etmedi. Para onun için araçtan öteye geçmedi. İşte bundandır tüketim toplumunda dostluklar da tüketilirken o hiçbirini tüketmeye müsaade etmedi. En büyük keyfi, dostlarıyla cami altında bir kıraathanede felsefe tartışmak, dostlukları paylaşmaktı. Endülüs Kitabevi 'nin düzenlediği entelektüel buluşmaların da hem mucidi hem de başkonuğuydu.
Hüseyin, dedikoduyu asla sevmez, kimseyi inciltici bir davranışa girmezdi. Onun söylediği her söze sonsuz itimat edilirdi. Çünkü, hiçbir söyleminde bir çıkar peşinde olmazdı. Tek çıkarı, doğruluk ve erdemdi. Egolarını tamamen yenmiş, Gülendam Yengenin tarifiyle “ Bu dünyadan sessiz sedasız göç edivermişti.”
Hüseyin, başlangıçta hükümeti (kendi mahallesini) desteklemiş ve zamanla gördüğü haksızlıklara dur diyerek, bu birlikteliğini akıl ve vicdan terazisinde sonlandırmayı bilmişti. İlahiyatçı bir tiyatrocunun, sanat ve felsefeyle yoğrulmuş itikat dolu bir ömrün de gereği bu değil miydi?
Hüseyin’in hiç otomobili olmadı, tatil için yaz aylarında gittiği Araklı’daki köyünden, İstanbul’un, Ankara’nın entelektüel mekanlarından başka tatil anlayışını tatmin edecek bir yer arayışı yoktu. Azla yetinmeyi bildiği gibi, önceliği ferasetteydi. İnsan ihtiyaçları sınırsızdır ve her doyum diğerini doğurur, fikrini benimsemiş, doyumun sınırsızlığına karşı dur deyivermişti.
Son zamanlardaki en büyük hazzı, okul etkinliklerinde düzenlediği şiir ve tiyatro geceleriydi. Sosyal ve dışadönük olan Hüseyin, facebook üzerinden de hayata, dostlarına dair paylaşımlarda bulunurdu. Hatta son zamanlarda en çok mahallesindeki mütedeyyin eşraf ile tatlı atışmalara giriyordu. İslama bakış açısı sofistike olduğundan günümüzdeki birtakım dindarlardan farklı düşünürdü. Doksanlı yıllar Fethullah Gülen ismi duyulmaya başlamış. Hüseyin, dedim. Kimdir bu Gülen? Hüseyin, Gülen’in Kuran-ı Kerim-e şirk koştuğunu, doğru biri olmadığını bana ettiği izahı, bugün gibi hatırlarım. Hüseyin, bugün isteseydi, Kültür Bakanlığı’nda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzeylere gelebilecek evsafta bir donanıma ve vicdana sahipti. Ama o, davul onda tokmak başkasında bir ruhu kabul etmezdi, etmedi de… O nedenle bu iktidara başlangıcında fikriyatta önemli katkılar sunmasına rağmen, kendisinin oyun dışında kalmasında da bir beis hiçbir zaman görmedi. Gülendam Yenge ile düzenli olarak Samsun’daki yetim çocuklar için, muhtaçlar için insani yardım organizasyonlarına katılıyor ve aktif görevler icra ediyorlardı. İşte böyle güzel bir aileydi Ayçiçekler! Toplumun karpuz gibi ikiye bölündüğü günümüzde, herkesi kucaklayan, inançlara ve düşüncelere saygı duymayı öğreten, insanlıkta bizi birleştiren Hüseyin’in kaybı başta Samsun, sonrasında da öğrencilerinin tekamülü ve tefekkürü açısından son derece büyük bir kayıp olmuştur. Bize insan olmanın tarifini lafla değil, eylemle buram buram gösteren, bizi hayata bağlayan biricik unsurun sevgi olduğunu, dostlarımız olduğunu öğreten yoldaşım;
Tiyatromuz (OMÜTİT) için yazdığım bir şiirimle sana şimdilik veda ediyorum aziz dostum. Sen benim sağ yanımdın, vicdanımdın, ağabeyimdin. Biliyorum göğsünde, laleler, güller açacak. Çok arzu ettiğin cennetine de kavuştun güzel insan. Ruhun şad olsun!
Hepsi çocuktular
Büyüdüler
Yaşadılar
Sevdiler
Bir anlam fırını içinde piştiler
Anlamlı güzeli
Sevip gittiler
----
Not: Yiğitözü mahallesi sakinlerin den Hacıhamzaoğulların dan Hacı Muhammed Ayçiçek'in torunu, Hafız Ahmet Ayçiçek'in oğlu, Öğretmen Hüseyin AYÇİÇEK hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi Bugün, (28 Ağustos 2021 cumartesi günü) ikindi namazını müteakip Yiğitözü Merkez Camiinde kılınacak cenaze namazının ardın toprağa verilecektir. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun!
Not; Acımızı paylaşan, cenazemize katılan, uzaktan telefon, internet veya dijital platformlardan duygularını paylaşan tanıdık tanımadık tüm dostlarımıza içtenlikle teşekkür ediyoruz ve tüm geçmişlerine diledikleri rahmeti misli ile iade ediyoruz. saygılarımızla (Ailesi).