M. Kemal AYÇİÇEK – 20 Nisan 2015
Karadenizliler, bahar ve yaz aylarında yani yeşilliklerin zirve yaptığı dönemler memleket ağırlıklı yaşıyor artık. Batı’da tatil dendiğinde kum, deniz, güneş tercihini Karadenizliler, ipe vursan kum, deniz ve Güneş’ten yana kullanmazlar. Onların olmazsa olmazı memleket havası, baba ocağı, ana kucağı, dede yadigârı köyleridir. Yani havalar soğuyup, tarla ya da bahçelerdeki mahsuller toplanınca evlat bahanesi, torun bahanesiyle başta İstanbul olmak üzere memleketin büyük şehirlerine gidiyorlar. Bizim Osman amca da onlardan biri ama o kısa dönemlilerden sayılır, baba da olsa evlat evinde rahat edemiyor.
İstanbul Büyükçekmece’ye gidiyormuş oğlunun yanına ama arkadaşı yok. Yaş kemale ermişlerden olunca da sosyal aktivitesi sürekli cami ve ev arasında oluyormuş. Eşinin vefatının üzerinden tam on beş yıl geçmiş ve köydeki villasında yalnız yaşıyor. Evlatları çağırıyor, “Birlikte bizimle kal” diyorlarmış ama o, tüm yaşlı Karadenizliler gibi “dursam dursam en fazla yirmi gün dururum, ne işim var benim el memleketinde” diyerek, evlatların tekliflerine olumsuz cevap veriyor ama yine de çocuklar gönül koymasın diye ziyaretlerine gidiyormuş.
Osman Gülçiçek, İstanbul ziyaretini anlatırken kendi yaşlarında bir hacıdan söz ediyor. Bir anda ciddileşiyor ve çok derinden etkilendiği olayı aktarıyor;
“Oturduğumuz semtte kimseyi tanımam. Ama her gün sabah camiye yürüyerek gidiyor, orada akşam edip eve dönüyoruz. Monoton bir hayatın içindeyiz. Camiye giderken bir hacı var, nereli olduğunu bilmem ama onun yanından geçerken ben hep selam vererek geçiyorum. Bakıyorum o hacı benim yanımdan geçerken sanki hiç selamlaşmamışız gibi geçip gidiyor. Düşünüyorum, ben bu Hacı’ya kötü bir şey mi dedim diye yok, ben her gördüğümde selamımı vermiş geçmişim ama o hacı bana bir türlü selam vermiyor. Bu kafama takıldı. Bir gün tam karşımdan geliyor, bende mahsus ona öyle yakın gidiyorum ki, kolum koluna sürtüldü sürtecek kadar baktım ki selam verecek mi vermeyecek mi. Hacı gelip geçiyor, yine selam yok. Kolumla kestim hacının yolunu, dedim ona ki ‘La hacı, ben sana ne etmişum, ben seni her gördüğümde sana selam vermişim de sen bana niye selam vermeden geçiyorsun. Bana selam vermeden seni bu yoldan geçurenin a…….a…….s…….m. Git geri bakayım’ o gitti geri, ben çekildim geri, başladık yürümeye, geldi yanıma selam verdi öyle geçti. Bütün millet bize bakayi ama ben haklıyım, herkes anladı benim ne yaptığımı, ama çok sinirlenmiştim. Baktum sonra millet güliy, benda güldüm. Meğer adamlarda bizdeki gibi selamlaşmak yokmuş, adetleri öyleymiş. Öyle şey mi olur? Selam veriyorsun senden para isteyen mi var? Öyle değil mi ama?Bana telefonla haber verdiler, o hacının rahmetli olduğunu üzüldüm ama ona selam hakkımı helal etmem”
Bu olayın ardından Camiye gitmiş Osman amca, bakmış ki hoca vaaz ediyor. Vaazda da Peygamber efendimizin savaşları anlatılıyormuş, hoca neden selamlaşmanın faziletlerini değilde savaşları anlatıyor diye de kafasına takılmış ve namazın ardından hocayı beklemiş kapıda, hoca çıkınca da ona sitemde bulunmuş, şöyle anlatıyor o kısmı da;
“Toplumda selamlaşma kalkmış, kimse kimseye selam vermiyor. Biz bu hayatı yaşıyoruz, ben bir aydır buradayım ve senin selamla ilgili bir vaazını dinlemedim. Peygamber efendimizin savaşları, bugün selam vermekten ya da vermemekten daha mı önemli ki bize savaşları anlatıyorsun. Evet, Peygamberimize teşekkür ederiz, savaşmış etmiş ama bugün bu toplumda selam veren insan kalmamış, o peygamberimiz o savaşları biz selamlaşmayalım diye mi yapmıştı. Bu selam alıp vermek o kadar önemsiz mi ki savaşlarını anlatıyorsunuz da peygamberimizin selamlaşın dediği yerleri anlatmıyorsunuz. Hoca dinledi dinledi sonra da haklısınız dedi. Benim haklı olmam neye yarar adam hacı olmuş bana selam vermiyor. Hacısının selam vermediği toplumda gençler, başka memleket insanları birbirlerine selam verir mi? Böyle bir topluma dönmüşüz. Bana Trabzon’da selam vermeyecek adam da yanımdan geçecek hemi, ayıptır baştan. Selam vermeden insanlık olur mu?”
Osman amcanın yaşadığı bu olaylar şüphesiz birçoğumuzun da başına gelmiş veya dikkatimizi çekmiş olaylardır. Selamlaşmak önemli. İnsanların selamlaşmak için illa da tanışık olmalarına gerek yok. Özgür ansiklopedi Vikipedi’de Selamlaşma şöyle yer alıyor;
“Selamlaşma, insanlar arasındaki iletişimin bir parçasıdır. Selam şekli ve dili ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bu hareket veya hareketler samimiyet, barış, dostluk, arkadaşlık, sevgi ve saygı ifadelerinden bir veya daha fazlasını içerebilir. "Merhaba", "günaydın", "selâmün aleyküm", "iyi günler", "iyi akşamlar", "iyi geceler" gibi sözcük ve söz grupları selamlaşmanın Türkçede görülen selamlaşma sözlü kalıplarıdır. Bu kalıpların neredeyse tamamı diğer dillerde de görülmektedir. Söz kalıplarının yanı sıra gülümseme, el sallama, baş eğme, göz kırpma şeklinde jest ve mimikler de selamlaşma biçimi olarak görülür. Resmi üniforma içinde selam kurallara bağlansa da, karşılıklı ilişki söz konusudur. Ayrıca selam, bir iletişim ve ilişkinin başlangıcı sayılır. Selamlaşmada karşılıklı tanınma ve bilinme sağlanır.”
Diyanet İşleri Başkanlığı internet sitesinde de selamlaşma ile ilgili şöyle bir bölüm var;
“Selamlaşmak - Doç. Dr. Halil Altuntaş
İnsanı “düşünen varlık” diye tanımlamışlar. Güzel, fakat alternatifsiz bir tanım değil.
Çünkü insanın tek ayırıcı özelliği düşünmek değildir. Dik yürümek, alet kullanmak ve konuşmak gibi diğer özelliklerinden her biri insan tanımının merkezine alınabilir. Bu konudaki tercihi ise insanın hangi özelliğini vurgulamak istediğimiz belirleyecektir. Zihin faaliyetlerini söz konusu edeceksek tabii ki düşünme yeteneği öne çıkarılacaktır. Fakat mesela, birlikte yaşama ihtiyacını öne çıkaracaksak “düşünen varlık”tan değil, öncelikle, “konuşup anlaşan varlık”tan söz etmemiz gerekecektir.
İnsanların farklı sosyolojik ve etnik gruplara ayrılmış olmasını Kur’an, “buluşup tanışsınlar diye” ifadesiyle açıklar. (Hucurat, 48/13.) Tanışmamış olan insanların, aynı ortamı paylaşsalar da aralarında bir mesafe, bir resmiyet olur. Çünkü birbirlerine “yabancı”dırlar. İşte selamlaşma bu mesafeyi aşabilmenin en yaygın yöntemidir. Tanışma selamla başlar. Bir kimse ile karşılaştığımızda, birinin yanına girdiğimizde ya da birinden uzaklaştığımızda o kimseye selam veririz. Bu bir nezaket, iyi niyet ve iyi temenni ifadesidir. Karşıdaki de bu güzel yaklaşıma benzer duygularla karşılık verir.
Her toplum ve kültürün kendine has selamlaşma yöntemleri vardır. Fakat İslam, selam olgusuna kendi damgasını vurmuş, getirdiği tevhit ilkesinin sosyolojik anlamda da vücut bulmasına katkıda bulunacak özel bir rol belirlemiştir. Bunu yaparken de Kur’an’ın ilk muhatabı olan müşrik Arapların kullana geldikleri selamlama ifadesi olan “Hayyakellah”ı “Selamün aleyküm” ile değiştirmiştir. “Selam” ve “İslam” kelimeleri aynı kökten; “barış”, “esenlik” ve “güvenlik” anlamlarındaki “silm” kökünden geliyor. İslam, taşıdığı isim ile varlık sebebi olan barış olgusunu insan-insan, insan-evren ve insan-Allah arası ilişkileri alanında temsil ederken, selamlaşma cümlesi üzerinden de günlük hayata ve kişisel ilişkilere kadar indirir.
“Hayyakellah”ın; "Allah ömrünü uzun etsin” gibi bir anlamı var. İslami selam ise “Güvenlik ve esenlik sana!” anlamına geliyor. Selam verilen kimse aynı cümleyi vurgulu bir söyleyişle “Ve aleyküm selam” (Sana da esenlik ve güvenlik!) şeklinde tekrarlayarak bu selama karşılık verir.
“Hayyakellah” ifadesinde Allah’ın adı yer almakta, yeni selamlama cümlesinde ise bu isim yok. Son derece sade ve sıradan bir cümle gibi görünüyor. O hâlde eski selamlama şekli niçin değiştirilmiş olabilir?
Belirtmek gerekir ki “Hayyakellah” ifadesindeki “Allah”, arka planı ile müşriğin tasavvurundaki şirke bulaştırılmış Allah inancına atıfta bulunuyor. Bu selam cümlesinin kullanılmaya devam etmesi, bilinçaltına yerleşmiş olan bu yanlış Allah tasavvurunun sürüp gitmesine katkıda bulunmuş olacaktı. Oysa ima ve işaret yolu ile de olsa İslam’ın, şirke kapı aralayan hiçbir söz ve eyleme onay vermesi söz konusu olamazdı. Öte yandan, “Allah ömrünü uzun etsin” temennisi dünya hayatı ağırlıklı bir anlama sahiptir. Buna karşılık “Selamün aleyküm” şeklinde selam veren kimse karşısındakine dünya ve ahiret ayırımı yapmadan her türlü güvenlik ve esenlik temennisinde bulunmuş olur. Görüldüğü üzere “Selamün aleyküm” gerçekte bir dua cümlesidir. Zira güvenlik ve esenliğin nihai kaynağı Allah olduğu için sonuçta, “Allah’ın koruması ve himayesi seninle olsun” denilmiş olur. Bu da Allah’ın el-Hâfız ve el-Hafîz sıfatlarının o kimse hakkında olguya dönüşmesini dilemektir”
Selamlaşmanın çok önemli olduğunu ayet ve hadislerden bizde biliyoruz ancak selamlaşmanın önemi ve faziletleri, her bireyin kendi kendine de deneyip, yaşamında neleri değiştirebileceğini görebilir. Kimse, bir başkasından daha akıllı değildir! Selamlaşmayı bile gurur, kibir, bencillik, üstünlük veya tepeden bakmacılıkla yorumlayıp, öyle davrananlar var. Oysa selam Allah’ın selamı, kim kime ne diye selam vermek için “o bana versin” diye bir vehim içinde neden olabilir ki? Ama var işte, oysa her zaman selam veren olmak, ‘veren el alan elden üstündür’ hadisi ile Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (A.S) ‘ın İnsanlığa nasihatidir. Bakmayın siz öyle yok şunlara selam verilir, şunlara verilmez diyenlere, yazıp çizenlere. Selam gönül işidir, inansın inanmasın herkese selam versen ne kaybedersin ki? Siz siz olun selamı önce veren olun bence, sesli olması önemli değil, bir tebessüm bile yeter de artar bile! Kalın sağlıcakla.