M. Kemal AYÇİÇEK – 3 Ocak 2011
Yeni yılın ardından TRT 1’de Dünya Ağır Siklet boks şampiyonu Muhammed Ali’nin hayatını konu alan “ali” filmi yayınlanıyor. Filmi seyrederken Ekim 1976 yılına geri dönüyorum.Ekim ayında sabaha karşı Orhan Ayhan’ın o bildik tarzıyla anlattığı maçı Tv’den izliyoruz Sultanahmet’teki amcamın evinde. Maç Çarşamba günü oynanıyor ardından Cuma günü de Muhammed Ali, Türkiye’ye geliyor ve Sultanahmet camiinde Cuma namazı kılıyor. Biz dışarıdayız. Alman çeşmesinin olduğu, dikilitaşların bulunduğu kapıdan çıkıyor Muhammed Ali, Milli Selamet Partisi’nin genel Başkanı Necmettin Erbakan var kolunda.
Ben bir kamyonetin üzerindeydim ve Muhammed Ali’nin saçlarına uzandım diye polislerden ilk jopu o zaman yemiştim. Hani şimdinin gençlerinin yakındığı bizim polisten. Bir eylem yapmamıştık, sadece safiyane bir sevgi ile Muhammed Ali’nin o kıvırcık saçlarına elimi değdirmiştim o kadar! Ardından da Ayasofya ile Sultanahmet Arasındaki yolda kurulan kürsüden hem Muhammed Ali ve hem de Erbakan’ı dinlemiştik. Yıllar birbirini kovalıyor, dün gibi görünen o yılların ardından tamı tamına Cahit Sıtkı Tarancı’nın o meşhur şiiri gibi 35 yıl geçmiş yani yolun yarısı…
“Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı Tarancı..”
Şimdi bakıyorum, yeni yıl kutlamalarına.. gençler, bir garip bağırmalar, bir garip çağırmalar, bir garip kıyafetler, bir garip özentili tavırlar, bir garip figürler, bir garip danslarla güya yeni yılı karşılıyorlar. Gülenlerine bakıyorum, yok bu benim tanıdığım gülmelerden değil. Davranışlarına bakıyorum, yok yine anlamlandıramadığım tavırlar, konuşmalar, yenı yıl beklentileri felan..öyle ya diyorum sonra kendi kendime, “Bunlar Dünya Ağır siklet şampiyonu görmemiş gençlik hoş”, o zaman rahatlıyorum.
Biz yıllara bu kadar kolay teslim olmazdık, o yılların geçmesini durdurmak gibi bir azmimiz vardı. O zamanlar yeni yılları havai fişeklerle veya suni kar yağdırmalarla sahtekarca kutlamazdık! Hem o zamanın hindileri şimdikiler gibi ne idüğü belirsiz yemlerle de beslenmezlerdi. Hayat daha doğal, yapmacıklıktan uzaktı. Sokaklarda aranan mutluluk mu, sevinç mi yeni yıla ya da yeni dostluklara kavuşmamı yoksa geçen hayata bir avunma mı ne, bir anlamlandırma yapamıyor insan. Sanal aleme bakınıyorsunuz, hep aynı geyik muhabbetleri.. twitter’da bile, “yeni yılın ilk bebeği nerde doğdu, var mı bilen” tarzı sorular, Gazetelerde hep aynı haberler, kimi “biz müslümanız lan, neyimize yılbaşı” efeliği, “bırakın hristiyan adetlerini” nasihatleri..
Bir başka mesaj da Mekkenin fethinin yıldönümü kutlamaları aynı geceye inat, alternatif kur’an ziyafetleri..Yeni yıl kutlamaları Hep suni, hep boş ve hem manasız didişmeler..35 yıl önceki İstanbul’da yok, 35 yıl önceki insanlıkta yok maalesef. 35 yıl öncesinde bugün ki gökdelenler de yoktu. Sanki dün gibiydi o günler ama geçmiş artık, hep bu yeni yıl heyecanı adına kaybetmişiz o eski yılları. Çağırsan geri gelmez ne insanlar, göç edip gitmiş bu alemden, adları unutulmuş ve ne nesiller yok olmuş bu zamanda..
Koskoca evler gördüm kendi köyümde, yeni yeni binalar ama içlerinde insan yok. Yapmışlar gül gibi evleri, sonrada çekip gitmişler bu diyarlardan. Yeni yıllar, sanki yeni maceralara atmış insanları. Akıl almaz bir tüketim, akıl almaz bir doyumsuzluk, akıl almaz bir kanaatsizlik, daha fazla daha fazla bir hayat.. nereye kadar? Hangi yıla kadar? Bir dedenin torununu severkenki sözü geldi aklıma, “ Torunların gelişi, bizim gidişimizdir biliyorum, yol yapıyorlar bize” diyor. Sonra bakıyor torununa, sanki sevmeyecekmiş gibi oluyor bir buruklukla ama sarılıyor tekrar tekrar, sıkıyor, basıyor bağrına..sırtına alıp, hem söylenip, hem gezdiriyor. Torun o dedenin ne anlattığını anlamıyor bile.. ömür sona ilerlerken insanların seviniyormuş gibi mutlu oluyormuş gibi yapmasını ekranlardan izlemek bir garip geliyor bana..
Oysa o evler sanki konuşuyor bana, sahiplerine sitemkar hep anlattıkları. “az emek vermemişti beni yaparken, uyumadı günlerce geceleri, harç harç üst üste yığdı, sonrada bırakıp, terk edip gittiler” der gibi. Bunu en çokta Cemal dayın Halit abinin evi diyor bana, sık sık..Yeni yıllar yaptı hep o hataları işte. Ya evi yapma, ya da yaptın otur içinde.. ama yok, kimi çocuklarını bahane etti gitti, kimi torunlarının hasretinden, kimi eşinin dırdırına teslim, bıraktı evini barkını, çekti gitti bu yöreden..Yeni gelen yılların gidenleri aratmaması dileklerimle, hoşçakalın sevdiklerinizle.