,

At'dan mı Ağaç'tan mı?

 M. Kemal AYÇİÇEK – 30 Nisan 2012 

Kardeşimin “Günümüz Nasreddin hocası” diye tanıttığı bir arkadaşı var,Yaşar.. Her sözünde bir nükte, her cümlesinde mutlaka bir “hin”lik var, onunla bir günün yarısını birlikte geçirdik. Ankara’da bir sınava gitmiş ama Trabzon’da da çok sevdiği bir ağabeyinin kardeşinin cenazesi var, “sınav mı?” “cenaze mi?” diye düşünmüş, sonra “sınav” diyip Ankara’da kalmış. Cenazeye gelemeyişini nasıl olsa telafi edebilirim ama sınavı telafi edemem diye düşünmüş, uçak bileti almış gidiş- dönüş ama Trabzon’dan kalkacak Uçak, sis yüzünden seferi iptal edilince bu otobüsle Ankara’ya vardığı gün almış zaten cenaze haberini de. 
Dönüş uşak bileti var ama o güne değil, velhasıl sınava girmiş, bir sonraki gün gidişi iptal edilen uçağın dönüş biletini kullanarak Trabzon’a gelmiş. Tabi cenazeye yetişememiş ama cenaze için Ankara’dan bir gün önce gelip, Trabzon havalimanının üzerinden birkaç tur attıktan sonra tekrar geri dönen uçaktaki yolcularla birlikte gelmiş, o yolcular, bir gün önce sis yüzünden inemedikleri havalimanına inince sevinçten coşkuyla bir alkışlamışlar ama bizimki bu alkışları kendisine yormuş, sağına soluna bakmış ama yok onun sandığı gibi değilmiş o alkışlar.
Trabzonlu arkadaşımız, dostumuz, 5 yıl önce de yine 36 yaşındaki bir ufak kardeşi Orhan’ı trafik kazasında kaybeden TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, bu kez de en küçük kardeşi Mustafa’yı yine 36 yaşında trafik kazasında kaybetmişti. Tabi, Ankara’dan cenaze için uçakla gelenler, cenazeye yetişemiyor, çünkü sis yüzünden uçak inemiyor ve gerisin geri Ankara’ya dönüyorlar. Uçaklarda yer bulamayıp, Otobüsle gelenler, “yetişemeyiz” kaygısıyla yola çıksalar da , onlar cenazeye yetişiyorlar. Bunlardan biri de Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın Yabancı Öğrenciler Daire başkanı Ömer Ayçiçek. Bunlar hem Trabzon İmam Hatip’ten ve hem de Ankara ODTÜ’den dostlukları yıllardır süren arkadaşlar. O Trabzon’a inemeyen Uçak’ta işte o arkadaş grubunun oluşturduğu bir ekip. İnsan yıllardır tanıdığı bildiği arkadaş çevresinden kopmaz mı, kopmuyor demek ki, bu örneği bunlarda görüyoruz. Lise yıllarından tutun Üniversite yıllarına değin sürdürülen sürekli görüşen ve bir araya gelebilen bir nesil. 
Hatta bir tanesi Davut, Trabzon İHL’den lise birinci sınıftan bunlardan ayrılmış, normal liseye gitmiş ama bu arkadaş gurubuyla hala birlikte Akçaabat’ta Saray köfte’de konuşurlarken, “gittiğim lise’den 2-3 arkadaşım var ve onlarla aynı ilde olduğumuz halde yılda bir kez görüşebiliyoruz” diyince,  İHL’den olan ama İstanbul Barosu Avukatlarından olan İbrahim ona, “o arkadaşların mı adam değil di yoksa biz mi adam değiliz “gibi bomba bir soru soruyor o arkadaşına, sonra susuyor. Lise birinci sınıfta bunlarla ayrılmış olsa da hala bu arkadaş gurubundan ayrılmayan Davut, gittiği lisedeki arkadaşlığın sanal olduğunu, İHL arkadaşlığının naturel olduğunu söylüyor ve onun için de kopamadığını, bundan mutluluk duyduğunu söylüyor. 
Kardeşimin o “Nasreddin Hoca” diye takdim ettiği arkadaşı, lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte bir pikniğe gidiyorlar. Orada da ızgara balık yiyorlar ama balıkları da kafaları ile pişiriyorlar. Herkes balık kafalarını büyük bir hevesle yerken, bizimkisi balık kafası “yenir mi hiç” diye o balığı kafası ile yiyenlere katılmıyor. Yediği balığın kafası tabağında kalınca diğer arkadaşı ona bakınıyor, o da buna, “al benimkinin kafasını da ye” diyerek, tabağındaki balık kafasını arkadaşının önüne sürüyor. Diğerleri kopuyor tabi, bunu farklı yorumluyorlar. Bunu anlatınca , “sen bunu söylerken bir kastın mı vardı?” diyorum, “Yok, Türkçe işte, iyilik edelum deduk ama onlar ters ve yanlış anladılar” diyor. Ardından da, “hala o pisluği temizleyemeduk, onlar hala devam ediyler” diye ekliyor.
Sohbet sırasında o kardeşimin “Nasreddin Hoca” dediği arkadaşı, geçmişte yaşanmış bir olayı aktarıyor. Kızgınlık ve saflık hallerinde söylenen sözlerin ne kadar yanlış anlaşıldığını veya algılandığını anlatmak için naklediyor;
“Bayburt’ta  adamın biri atına binmiş tam evden çıkarken  eşi ile tartışıyor, ve eşine “ben bu attan inince boş ol, boş ol, boş ol” diyor ve yoluna devam ediyor, bir süre gittikten sonra haksızlık ettiğini ve eşini sevdiğini anlıyor, bu sefer kendi kendine, ben ne yaptım ne ettim, bu sözleri söyledim nasıl geri alacağım derken iyisi mi bunu gidip ilin müftüsüne danışayım diyor. O zamanlar da Bayburt Gümüşhane’ye bağlı bir ilçe, Gümüşhane müftüsüne gidiyor. Müftü bey diyor, ben at üzerindeyken eşimle tartıştım ve ona “ben bu attan inince boş ol boş ol boş ol” dedim, ama pişan oldum, ben eşimden de ayrılmak istemiyorum, ne yapayım diye sorar ve dinen ne yapması gerektiğinin hükmünü ister. Gümüşhane müftüsü de ona, “Sen Bayburt’a git, orada bir laz imam var, İdris efendi, ona bir sor, o sana ne yapacağını söylesin sonra da sana ne derse o dediğini de bana getir” der ve bunu gönderir. Adam gider, Bayburt’ta İdris hocayı bulur, olayı ona anlatır, İdris hoca da bunu bir ağacın altına götürür, sonra da “At’ından geç şu ağaca, ağaçtan da in aşağıya” der. Adam bunu yapar, İdris hoca bu sefer adama sorar, “sen şimdi At’tan mı indin yoksa Ağaçtan mı?” adam, “Ağaç’tan indim” diyince, “tamam işte” der Hoca, “sen karına attan inince boş ol demiştin, oysa sen At’tan değil Ağaç’tan indin, o At’tan inince boş ol dediğin hüküm hükümsüz oldu, gönül rahatlığı ile git eşinin yanına” der ardında da, “git o müftüye de deki, aşşağa yatmasın, bunu filan kitabın filan sayfasında, filan satırında olduğunu bilsin ve görevini hakkıyla yapsın” der ve adamı gönderir. Adam rahatlar ve o keyifle evine geri döner. Bayburt’taki o laz hoca denilen  İdris hoca da Sürmene’denmiş tabi.
Tüm bunları neden yazdım, İstanbul’da Şehir Tiyatroları’nda Belediye “yönetmelik “değiştirmiş, ardından bize yıllardır “sanatçı” diye yutturulan ya da lanse edilen tanınmış simalarında katıldığı bir gösteriler, yürüyüşler, roportajlar derken ekranlardan öylesine bir hava verildi ki, sanki artık tiyatrolarda sanatçılar değil de sokak serserileri rol alacaklarmış gibi bir hava. Tamam dedim, elbette sanatçılar da söylemek istediklerini söylemeliler, ne de olsa “özgürlük” var diye ama sanki bu ülkede bugüne kadar yapılanlar, gerçekten “sanat”mış gibi de bir sunum yapmıyorlar mı, işte ona canım sıkıldı. Bu ülke de Solcuysanız sanattan anlarsınız ve hatta sanatçı da olabilirsiniz ama sağcıysanız sizden ne sanatçı olur ne kasap muamelesi yapılmamış gibi bir hava sezdim. Ağabeyimin daha ilkokuldaki “yarım Osman” piyesi, hala unutulmamış ve ağabeyim “yarım Osman” denince hatırlanır. 
Onu hatırladım o gösteri ve yürüyüşleri izlerken, sonra da , “hımm dedim, Bu ülkeye hani bir zamanlar o Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın 3 Mayıs 1944'te tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye sarf ettiği meşhur sözünü hatırlattı: “Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz”. Onca sanatçının aslında söylemek istediği de buydu bana göre. Bakın tiyatrolara, kim gitmiş, ya da bu ülkede Tiyatro, kimler için bir “sanat” denerek icra edilmiş, Türkiye’nin hangi ilinde olursa olsun, elit, güya kalburüstü kesim, güya o ilde tam anlamıyla “batılı” yaşam tarzını benimsemiş tipler için yapılmadı mı? Ben öyle olduğunu gördüm, peki omuymuş bunların “sanat” dedikleri? Bunlar resmen ve alenen, Alemi kör, milleti de ahmak sanıyorlar galiba. O Yarım Osman’ın aldığı alkışları, gittiğim hiç bir tiyatro’da görmedim oysa. 
O tiyatrolardaki alkışları bende biliyorum ama onlar zaten, güya, “ben senden daha çok batılıyım ve ben senden daha çok anladım” havalarındaki samimiyetsiz ve salt protokol alkışlarıdır, bunları o sanatçıyım diye sokağa çıkanlar görmüyorlar mı? Bal gibi de görüyorlar ama yok onların amacı zaten sanat manat da değil ki, belli yerlerin belli tiplerin ve belli odakların belirlediği bir çizgide, belli bir takım hesapların güdüldüğü bir arenadır sahneler Türkiye’de. Sanat, halk için değil belli bir zümre içindir mantığının icrasından başka bir şey değildir. Sağcıdan zaten sanatçı manatçı da olmaz, sanatçı solcuysa sanatçıdır yoksa zaten yoktur anlayışının artık yıkılmakta olduğunun da bir göstergesidir o yürüyüş ve gösteriler. Ben onu anladım ve o yürüyen ve de bazı kanalların mikrofonlarına uzanarak konuşanlarda da o acizliği gördüm. Kardeşimin “Nasreddin hocası” sizin o  sanatınıza beş basar bence. Kalın sağlıcakla.
YORUM EKLE