,

Büyükada da rakı masaları

M. Kemal AYÇİÇEK – 29 Temmuz 2013
Aykan telefon açmasaydı haberim olmayacaktı yazı yazmadığımdan, ben sanki Büyükada’dayım hala, Ramazan olmasına Ramazan ama sanki hiç yokmuş gibi Büyükada da hayat. İftar saati de yaklaşınca, yaşlı bir adalıyı fırından aldığı Ramazan pidesi ile görünceye kadar, oruç tutulan bir ayda mıyız diye bile hiç düşünmüyor insan.
Ramazan günü bir cami müezziniyle sahur zamanı otururken açıldı laf laf lafı açınca da O Büyükada’da gördüğüm Rakı sofralarını anlattım. Tabi bir telefona nispet. Adadayken telefonum çalınca baktım, otuz üç yıl önce yüzmeye gittiğim o adaya ilişkin bana bilgi veriliyor. Ama öyle sandığınız gibi masumane değil, tam bir adanın yerlisi ve sanki dün o adadaymış gibi Büyükada’yı avucunun içi gibi bilen birinin sizin iftarınızı yapamayacağınıza varan keskinlikteki bilgeliğine hayret ettirecek kadar hem de. “Ne işiniz vardı orada, ada dediğin akşam ezanı okununca herkesin evine çekildiği, sokaklarının sakinleştiği ve açık bir tek bakkal ve manavın bile bulunmadığı bir yer, oteli bile yoktur, bir bardak su içecek yer bulamazsınız, Ramazan günü Adada nerde iftar edeceksiniz?” diyor o telefonda. 
Tam o sırada zaten yeni inmişiz Adalar vapurundan ama içinden geçtiğimiz sokağın her yanında insanlar oturmuş kimi oyun masasında, kimi dondurma kuyruğunda kimi fayton da kimileri de bisiklet turundalar. Hem zaten öyle Ramazan ve Oruçla haşır neşir insanların çok da rahat edemeyecekleri bir yoğunluktaki yaşam var her sokağında Büyükada’nın. O telefon, sanki bana tam kırk yıl öncesinden geliyor gibi düşündüm, zaten de öyleydi. Yanımdaki yeğenime, “bak baban, kesin 40 yıl önce gelmiştir buraya ve o gündeymiş gibi de telefonda bize Büyükada’yı anlatıyor!” deyip gülüyorum.  Gülüyorum çünkü bir insanın tam kırk yıl öncesinden tanıdığı ve bildiği bir yerin onca yıldır hiç değişemeyeceğine iman ettiği bir ülkede yaşıyoruz! Geçmişte öyleydi, her hangi bir alanda yıllar öncesinin adresi aynı hiç değişmez kalırdı, hayat öylesine durgun ve donuktu işte!
‘Sen Ramazan günü’ diyerek ‘Rakıcıları mı gammazlıyorsun’ cullara değil yazım tabi, o kırk yılı aşkın süredir, İstanbul’da olduğu halde O Adalara gitmeden, görmeden bana “Orda, İftar yoktur, herkes evine çekilir, sokaklar ıssızlaşır, ne bulup ta ora da, ne yiyeceksiniz,  nasıl iftar edeceksiniz?” diyen, Dünya’nın hızla değişim sürecini yaşarken, aynı hız da onu anlayamayan ve algılamayanlara Biraz daha yukarıya doğru çıktığımız da Faytonlara koşulan atların dışkılarının kokularının hakim olduğu, hafif esintili havanın verdiği serinlikle ağır ağır yürüyoruz. Bir yer bildiğimizden değil tabi, öylesine bir yürüyüş. Adanın trafik gürültüsünden uzak, sadece fayton, bisiklet ve akülü araçların hakim olduğu sokakların da yürürken o sessizliği sadece bir kaç polis aracı bozuyor. Adanın yerlilerinin akşam üzeri balkonların da masalar kurulmaya başlıyor, ellerindeki poşetlerle faytonlardan inen yaşlı kadınlar, yalıların kapılarında gelen misafirlerini ağırlayan beylerin iftariyeliklere gösterdiği hassasiyet dikkatimizi çekiyor.
Bakmayın o bizim Adaya ilk girişimizdeki insanların yeme içme serbestliğine, onların çoğunluğu zaten turistlerden oluşan farklı renkli insanlardı ama biz zaten o Büyükada’nın tam da yerlilerinin iftar saatlerindeki hallerini işte o yukarılara doğru çıkışımızdaki yürüyüşte gözlemliyoruz. Evet, Büyükada’nın sahil bandı yani iskele kısmındaki balıkçı lokantalarında rakı bardaklarıyla donatılmış masalarda da boş yer yok. Hem zaten siz öyle bir ortama girince de bir şeyler yiyip içme gibi bir derdiniz kalmıyor, sanki sizde onların arasındasınız ve siz de o anda mısırcının mısırını, baklavanın en güzelini, kahvenin gizemli rayihasını alıyor, o oruçlu halinizle bile rakı sofrasındaki o insanların aldığı keyfi alıyorsunuz! Aranızda bana “Man yak mısın sen?” diyecek olanlar olabilir, onlara önerim bir densinler, oruçlu iken oruç tutulmayan ortamlardaki o derin zevki bir tadı versinler! Çoğunluk öyle algılamasa da ben oruç tutarken tutmayan insanların daha rahat olabilmelerinin oruçlu insanların güvencesinde olmasından yanayım. Çünkü oruç, tutmayan insanların arasında oruç tutmanın, oruç tutan insanlar arasında oruç tutmaktan daha fazla sevabının olacağına inanırım ve bunu yapmaktan büyük zevk alırım. Ben oruç tutarken oruç tutmayan insanları oruç tutsunlar diye değil ama oruç tutan insanlara daha fazla sevap kazandırdıkları için daha bir ayrı severim. Bu belki de Şeytan’ın benle daha bir barışık oluşuyla alakalıdır ama bu konuda şeytan beni bir avlamışsa ben şeytanı on kez avlamışımdır, orası kesin!
 
İftar vakti tam yaklaştığında Büyükada sakinlerinin masalarında yerlerini alışından sonra biz faytona binip, iskeleye iniyoruz. İskele çevresinde iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık var. O rakı bardaklarının dolu olduğu Restoranlarda dahil her yer tıklım tıklım dolu. Fakat, sanki o oruçsuz olanlar gitmiş de yerlerine oruçlu insanlar gelmiş gibi bu kez herkes, okunacak iftar ezanının bekleyişi içerisinde gibi. Buna yabancı turistler de dahil, gerçekten iftar sofralarının oluşması sırasında dikkatimi çekti, yabancıların da bizlerle birlikte aynı restorana girip, bekleyişlerini.  Kimileri bizden birileriymiş gibi davranıp, yemeğine bakarak bekliyor, zaman zaman gözleri ile diğer insanları süzüp, tekrar kendi tabağına yoğunlaşıyor. Bu elbette içinde bulunduğu toplumun inancına ve kültürüne bir saygının gereği de düşünülebilir. Her nasıl olursa olsun oruç tutmayan insanların da iftar saatinde sizlerle aynı duyguyu yaşıyor olmalarının güzelliğine bilmiyorum başka ülkelerde ne kadar rastlanabilir?
Biz iftarı ederken o telefon sahibiyle yeniden konuşuyoruz, bu kez “İftar menünüz de ne var?” diye soruyor, o soruştan aslında kendisinin de uzun yıllar sonra Büyükada’da bir iftar etmeyi çoktan hak etmişliğini ama bir türlü zaman bulamayıp, bunu yaşayamamış olduğu duygusunu alıyorum. İftar sonrası Kabataş vapuruna biniyoruz,  Adalara giderken sadece Heybeliada’ya uğramıştık ama dönerken önce Heybeliada’ya, ardından Burgazada’ya ve Kınalı Ada’ya da uğrayarak dönüşü yapıyoruz. Bizim bindiğimiz bu vapura şimdiler de bile belki de yine kırk yıl öncesi gibi “posta vapuru”  deniyor! Normalde bakıldığında Adalar, biraz da açık cezaevi gibi geliyor sonra insana, öyle ya, o vapurlar olmazsa nasıl çıkarsın ki karaya! Belki yaşanmaz sürekli ama İstanbul’da nostalji olur zaman zaman Adalara gitmek, o yoğun trafikten sizi uzaklaştırması bile tek başına yeter de artar bile bence. Kalın sağlıcakla.
YORUM EKLE