Bu sabah erken saatlerden itibaren gün boyu Türkiye’deki göz altılara kilitlenmiştik. İlk kez, orduda görev yapmış emekli Orgeneral Hurşit Tolun ve ADD Genel Başkanı Orgeneral Şener Eruygur, ATO başkanı Sinan Aygün, Cumhuriyet Yazarı Mustafa Balbay’ın “Ergenekon terör örgütü” operasyonu kapsamında gözaltına alınmaları olaylarını izlerken yorulduydum zaten.
Akşam oldu eve geldim, tam yemeğe oturdum, bir iki kaşık aldığımda eşim haberi verdi. “Kuş ölmüş”. Kan beynime sıçradı. Bir den “sabır” dedim kendime, “hiç tepki verme, ağzını sakın açma, tut kendini” diye düşünmeye devam ettim ama tepki vermedim. Yemeğe devam eder gibi yaptım ama devam edemedim. Kaşığı bıraktım, daldım..moralim bozuldu, sustum.
TV’de kanalları zapladım, sanki kanallar da bana Cino’ya nisbet, güvercinli sahneler, hangi kanala gitsem ya bir kuş var ya bir hayvan var, unutmak, başka şey düşünmek için arandım ama olmadı. Küstüm. Sustum. Kendimi sorumlu tuttum. Oysa, bir gece önce perde çekiliyormuş gibi bir ses duydum. Bakındım, belki açık pencere ve kapılardan ötürü perdeler de bir oynama oluyor diye ama yoktu. Kapadım pencereleri. O sırada kuşun kafesine de baktım. Cino, her zaman ki yerinde değil ama kafesin tabanındaydı. Yorulmuş, inmiştir diye düşündüm. Işığı yakmadığım için tam göremedim ama kafesin tellerinden karanlıkta olsa normal yerinde zaten cino gözükürdü.
Çocukların birine balıkların diğerine de kuşun bakım sorumluluğunu vermiştim. Sorumluluklarını yerine getirmede zaman zaman aksaklıklar yapmıyor değillerdi. Onun için de ben de ara sıra hem balıklara ve hem de muhabbet kuşumuz Cino’a bakardım, suyunu verirdim, yemini verir, sonrada biraz nazlatırdım, şımartırdım ve öyle bırakırdım. Ama cino’nun bakım sorumlusu oğlum, burada değildi. Gurbetteydi.İşte o gurbetteyken arkadaşı, canımız ciğerimiz Cino’nun ölüm haberi beni sarstı.
Aldım küllüğü yaktım bir sigara, baktım dumanına. Canım çok sıkılmıştı.Keşke yemeği yedikten sonra acı haberi alsaydım, eşimin o davranışına kızdım. Öyle bir haber, tam yemeğe başlanmışken verilir miydi insana. Diğer çocuğumda yoktu evde o sırada, toplantısı varmış, gecikecekmiş diye mesaj atmıştı. Yoksa akşam yemeklerini birlikte yerdik. Onlarsız sofraya oturmam, zaten bir arada olduğumuz tek öğün akşam yemeğimiz olmuştu.
Cino, evin paşasıydı. Neşesiydi. 11 yıldan beri evimizin şengülü idi. Onun konuşmalarını, misafirleri ağırlamasını, gelenler tanıdıksa onlara isimleriyle neredeyse “hoş geldin” diyişini, kızıma sık sık adını vererek “kim o” diye soruşunu, oğlumun adını bir türlü ezberleyemeyişini ama onunla neredeyse futbol oynamasını, onun nazlarını, omuzlara konarak herkese aynı yakınlığı göstermesini ve aslında güya biz insanlara adeta “iletişim” dersleri verişini hatırladıkça nasıl üzülmem ki. O an, unutmak istedim ama olmadı. Tam karşım da kafesin askısı duruyordu, boş olarak. “kaldırın” da diyemedim, hatırasıdır, saygısızlık olmasın dedim kendimce.
Şimdi ben o bizdeki cino’nun halını hatırını sık sık soran yengeme, amcama ne diyeceğim. Ya anneme ne diyeceğim, “bir kuşu bakamadınız mı?” diye kızar mı? Yok onları geçtim ama ya gurbetteki oğluma onun, Cino’nun abisine haberini verdiğimiz de o çocuğun moralini düşündüm, haber vermemek en iyisi diye düşündüm.
Şimdi bana kızanlar olacak belki, hani Bekir Coşkun’un “pako”su vardı ve onun hikayelerini yazıyor da kimileri de bunu eleştirir yazılar bile yazıyor hatta mizah konusu bile yapıyorlardı ya, o aklıma geldi. Yazmayayım dedim. İnsanların ne büyük kayıpları ne büyük dertleri vardır, benim Cino’nun esamesimi olurmuş diye düşündüm ama yok, onca yıllık ailemizin bir parçası olmuş, neşesi olmuş Cino’nun bizim için önemi ve esamesi kusura bakılmasın ama büyüktü. Cino’nun her zaman esamesin vardır, yıllar geçse de olacaktır. Ben ki, çocukluğum da bir kaybettiğim civcivlerime cenaze töreni yapmış, onlara mezar yapmışken. Biliyordum aslında muhabbet kuşlarının ömrü o kadardır ama yine de sanki..
Hayvanlara “hayvan” diye değil “can” taşıyan varlıklar olarak baktığım için çok üzüldüm. Hayvanların da aslında birer “biz” olduğunu herkesin kendin de sorgulaması gerekir bence. İnsana duyulan saygı nasıl gerekliyse, dil, din, ırk, bayrak, toprak gözetilmeksizin, taşıdığı “can” hürmetine, sadece “insan”lara değil, doğadaki tüm canlılara da aynen gösterilmesinin gereğine inandığım için üzüldüm. Dilini anlamadığımız hayvanlarla da empati yaparak, ne isteyebileceklerini, neye ihtiyaçları olabileceğini ve bunun için de bireyin yapması gerekenler olduğunu da biliyordum ama yapamadım.Ben cino’yu yazılarımın kahramanı yapmadım, hep onu sakladım, belki kıskandım ama iyi yapmadım.
Aslında sanki üst kattaki komşuların “perde çekmesi”dir diyerek uyuduğum o anda meğer bizim Cino, can veriyormuş. Kafesinin içine serilmiş gazete kağıdında yem aranıyordur diye düşündüğüm hareketlermiş meğer perde çekiliyor sesini veren. Kafesin içine düşmüş yemlerinin tanelerine dokununca ayaklarıyla çıkardığı sesmiş o perde çekiliyor sesi meğer. Nasıl fark edemedim, nasıl ışığı yakıp bakamadım, nasıl akıl edip belki son kez onu canlı göremedim ona yanıyorum. Kime kızayım ki, kendime kızıyorum işte. Kalın sağlıcakla.