M. Kemal AYÇİÇEK – 19 Aralık 2011
Trabzonspor, İstanbul’da Fenerbahçe deplasmanına gitti ya, ve 1-0 da yenildi ya..oradan yola çıkarak hem mağlup olan bir takımın yandaşı olarak hem de spordan anladığımı yazma gereği duydum. Tabi skora üzüldüm, çok üzüldüm. Fakat ben asıl o maç için değil o maç için fedakarlık yapan taraftarlar için çok üzüldüm. Taraftar dediğin, maçın İstanbul’daysa İstanbul’dan, veya Trabzon’daysa Trabzon’dan değil, çevre illerden o maç için gelmiş ve mağlup olmuş taraftarlara üzülürüm, skora değil anlayacağınız.
Hiç unutamadığım fanatik taraftar olduğum yıllardan kalan bir anımı anlatarak o taraftarlara neden üzüldüğümü anlatmam gerekir. Futbol, neticede bir oyundur. Oyunlar, adı üzerinde yenme ve yenilmeye tahammülü gerektirir. Baştan üç ihtimale de kendini taraftar olarak hazırlayacak ve öylece maça gideceksin. Ama son yıllarda bu taraftarlık, öyle bir hal aldı ki, “yenmezsek eğer var ya” dan tutun, “öyle bir yeneriz ki” den çıkın, “bu takımı da yenmezsek ben taa”lardan geçin, oyuncuların adeta “vatana ihanet”ine kadar her türlü argüman maç sonralarının değişmez replikleri olur. Taraftarlık bu minvalde, kısır bir bakış açısı ve sürekli ve “hep bana, rep bana” mantığının okşanmışlık duygusuyla, taraftarın kendi dünyasındaki mutluluğunun vesilesi olur. Taraftar, salt kendi cenahını üstün sayan ve hep kendi cephesinden olaya baktığı için burada sportmenlik, karşı takım taraftarına saygı, veya karşı takım oyuncularının “oyun” yeteneklerini “görmeme” körlüğü de taşır. İster ki, hangi saha da olursa olsun hep kendisinin tuttuğu takım rakiplerini ezsin geçsin ve sadece kendisi mutlu olsun. Ortada oyun olunca, kendisinin mutluluğunun dışındaki her ihtimale baştan karşıdır ve zaten hazır da değildir. Oysa adı üzerinde, bu bir oyundur, oyunnnn.
Şimdi yıllar öncesinde, 1975-76 sezonunda, Trabzon'da oynanan ve Trabzonspor'un 1-0 kazandığı Fenerbahçe maçından sonra liderliğe yükseldiği ve sezon sonuna kadar liderliğini koruduğu, Ahmet Suat Özyazıcı önderliğindeki Trabzonspor, 43 puan toplayarak, Fenerbahçe'nin 3 puan önünde şampiyonluğa uzanırken, Türkiye 1. Futbol Ligi şampiyonluğu yaşayan ilk Anadolu takımı olduğu maça gitmiştim. Evden beni Rize’ye gitti sanıyorlardı. Ben Rize yerine Trabzon’a ve maça gitmiştim.Orta ikinci sınıfta ve tek başınaydım. Maçın bitiminden sonra meydana kadar Maraş caddesinden yürüyerek, sloganlar atıp, şarkılar söyleyerek ulaştık ama herkes evine giderken benim o saatten sonra Rize’ye gitmem gerekiyordu. Hava kararmış, akşam olmuş, o yıllarda şimdi ki gibi araçlarda yok, Rize’ye gidecek araba bulmak çok zordu. Nitekim gece yarısına doğru Rize’ye ulaştım ama yurda giremedim, sokakta sabahlamak zorunda kaldım. Ama hani temel diyesi, “o bana bir ders oldu” ve ondan sonra öyle bir hataya düşmedim. Adam Trabzon’da ve Trabzonspor’un Avni Aker’deki maçına gitmiş, bağırmış, sesi kısılmış ama yenmiş ya da yenilmiş, ne fark eder. Gidecek evine, yatacak ve sabahleyin işine, okuluna rahatlıkla gidebilecek. Peki ya o Rize’den Trabzon’a maç için gelmiş taraftarlar? Onlar kadar rahatlar mı? Ya da aynı şey İstanbul’da düşünün, gerçi şimdi vasıtalar çoğaldı, imkanlar fazla ama ya o geçmiş yıllarda düşünün hele, adam Edirne’den İstanbul’a, ya da Çanakkale’den İstanbul’a maça gitmişse vay haline.. öyle değil mi ama, onca emeğe karşın bir de sen yenil, olacak iş mi?
Yenilmesine mi üzülsün, verdiği onca emeğin karşılığının bir mağlubiyet olmasına mı üzülsün, yoksa harcadığı paraya mı üzülsün ne yapsın o taraftar? Onun için gerçek taraftar denilen şey işte o bin bir türlü fedakarlığı göze alıp, takımına destek vermek ve onunla mutluluk duyma adına kilometrelerce yol gitmek ve her türlü çileye göğüs germeyi göze alan insanlardır. Bunun bilincinde olmayan tuttuğu takımın oyuncuları, o nedenle hedef olurlar işte. Aynı fedakarlığı o taraftar, o futbolculardan bekler. İster ki canla, başla oynasın ve takımını galip getirsin. Getirsin ki kendisinin emekleri boşa gitmesin. Yoksa aynı kentteki maça aynı kentten giden taraftar için bel ki skor, o anlık bir duygudur ama uzaktan o takımı desteklemek için gelen insan için o duygu anlık değil, zamana yayılan belki bir iki günlük bir emek ve fedakarlık sorunudur. Onun için hangi takımın taraftarı olursanız olun maça giderken üç ihtimale göre kendi psikolojinizi ayarlamalı ve ona göre davranılması gerekir. Böyle bir durumu ön görmeden maça önyargılı gidişler, maç sonrası istenmeyen olaylara yol açar. Benim edindiğim tecrübe bana bunları söyletiyor.
O yüzden hep söylerim, mesela Cumhurbaşkanı, Başbakan, veya bir ilin valisi de olsanız siz normal bir insan gibi herhangi bir takımın taraftarı olamazsınız, olmamalısınız. O tarz görevlerde bulunan insanlara hep, taraftarlıklarından istifa etmelerini veya feragat etmeleri gerektiğini söylerim. Öyle olmalıdır. Neticede bunlar hep birer oyundur ve oyunlarda her sonuç olabilir. Şimdi bilgisayarda tavla oynuyorsunuz en basitinden ama orada siz tavlayı çok iyi bildiğiniz halde yenilebiliyorsunuz, neden? Zarlarınız rakibinizin zarları gibi gelmiyor da ondan, istediğiniz kadar usta olun ama yenilebiliyorsunuz. Futbol’da bence aynı şey, siz istediğiniz kadar oyunun bileni olun, taktiğiniz, performansınız çok üstün olsun araya bir şans şutu çıkar ve hiç ummadığınız anda mağlup olur, oyun kaybedersiniz. Bunlar normal olan ve zaten oyunlarda olması gereken şeylerdir. Onun için Trabzonspor’un İstanbul’da Fenerbahçe’ye 1-0 mağlup olması, ya da son dört maçında hep yenilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Tavlada da ard arda siz sürekli yenile de bilirsiniz, adı üzerinde bunlar oyundur. Oyunlara da fazlaca teslim olmamak gerekir, bunu hayatımızın sadece zaman zaman renklenmesinde araç olarak görmek gerekir. Abartıldığında iş hayat olmaktan çıkıyor. Nitekim işte o Şike’ler filan işte oyunları hayat memat meselesi gören zihniyetlerin ürünüdür ve oyun da, hayat da o değildir.
Spor konularında yazı yazmayı sevmememin temelinde de tüm maçlara, tüm spor karşılaşmalarına hep “oyun” gözü ile bakıyor olmam yatar. Tekirdağ’da liselerarası güreş şampiyonasında ben 48 kiloda Tekirdağ şampiyonu bile olmuştum ama maç yapmadan. Rakibim, maça çıkmayınca bende galip sayılmıştım mesela. Spor bu çocuk hastalanmış, maça çıkamadı ama ben galip ilan edildim. Oysa az hazırlık yapmamış, az özel kahvaltılar etmemiştim. Kahvaltıda yarıya kadar bal dolu bir tası, yarıdan üstü saf zeytinyağı olduğu halde bana yedirmişlerdi. Ama neticede onların hepsi “oyun”du ve oyunlarda sizin yeteneğiniz kadar o günkü yıldızınızın da sizinle birlikte olması gerekir, yoksa gerisi hikaye. Ben maçı da seyretmedim zaten, sadece sokaktan gelen tepkilere baktım, yenildiğimizi de anladım zaten. Ne yani, yenildiğimiz bir maçtan sonra hakemin tutumundan tutun, son saniyelerdeki uzatmalardan çıkın, oyun içindeki her hangi bir pozisyona kadar yenilgiye kılıf bulmak için bahaneler üretmek çok mu zor? Sonra adamın biri, uzaktan aradı ve “Fenerbahçe, Trabzonspor’u nasıl yendi 1-0” diye bana skoru vermiş oldu, güya beni kızdıracak. Kızmadım bile, biz vakti gelir, Fener’i değil, ne kadar takım varsa hepsini ve de öyle 1-0 gibi bir skorlar da değil, yenersek 3-0, 5-0, gibi yeneriz. Öyle yenersek zaten “yendik” deriz, yoksa 1-0 gibi skorlara, yenildik veya yendik demedik, hiçbir zaman da demeyiz. Bilmem anlatabildim mi? Kalın sağlıcakla.