Emre İlgüntok
Sırt sırta, dip dibe, üst üste binmiş kimi yüksek kimi alçak binaların çok uzağında, çam ormanları ile örtülmüş bir dağın yamacındaki tek göz evinde, penceresinin önüne oturan ihtiyar adam, köyünden yükselen akşam ezanını dinliyordu.
Buğulu camının ardından izlediği köyünde tüten baca sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Köyün gençleri çoktan terkidiyar eylemiş, yaşlıları da onların peşinden gitmişti. Muhtarın bile yazdan yaza geldiği köyde, cemaati olmayan caminin imamı ve şehre göç edecek kimsesi ya da parası olmayan az sayıda insan kalmıştı artık.
Bir nevi bu köyden kaçışı, ata toprağını terk edişi geçmişine, ölülerine ihanet gibi gören ihtiyarın tek arzusu, bu topraklarda ölmek ve gömülmekti. Evinin bitişiğine, ölünce kendini gömmeleri için yer bile ayarlamıştı. Dağlarla çevrili, kışın kuş uçmaz kervan geçmez bu köy, onun için kutsal bir toprak parçasından farksızdı.
Köyüne hâkim bir tepede, ekmeğini kazandığı çam ormanlarına sırtını vermiş evi, babasından kalmaydı. Çocukluğunu, gençliğini ve şimdi de ihtiyarlığını yalnız tükettiği meşe kütüklerinden yapılma bu ev, kar yoksa, köye on dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Evden köye inmek kolaydı ama son yıllarda köyden eve çıkan patikayı kat etmek, dermansız dizlerine zor geliyordu. Aynı dertten muzdarip köyün yaşlıları da patikayı çıkamaz olunca, ihtiyar adam köyüne ve köylülerine olan hasretini ya cuma namazlarında ya da buğulu camların ardından gidermek zorunda kalıyordu.
Eşi öleli uzun zaman olmuştu. O kadar uzun zaman olmuştu ki oğlunun çerçeveletip duvara astığı siyah beyaz fotoğrafları da olmasa eşinin yüzünü unutabilirdi. Aradan geçen bunca zamana rağmen hâlâ onun yokluğunu hissediyor, varlığını arıyordu. Hele yaşı ilerledikçe içine düştüğü yalnızlık göğsünü darlıyor, yüreği cenderede gibi nefesini kesiyordu. Eşinden ona kalan yegâne şey gözü gibi bakıp, büyüttüğü oğluydu. Kendinden fedakârlık etmiş, günün birinde düşeceği bu yalnızlığı bilerek ama sırf oğlu kendisi gibi bir hayat sürmesin diye onu yatılı okula vermişti. Öğretmen olmayı başaran oğlu, önce kendi köyüne hiç benzemeyen sarı sıcak bir bozkır köyüne, oradan da büyük şehre tayin olmuştu. Köyünden uzak yatılı okullarda okuyan, şehir hayatına iyice alışan oğul, artık babasının olan köye, yılda bir kez uğrarsa dünyalar ihtiyarın olurdu.
Gözüyle gördüğü ama varmakta zorlandığı köyünü izler gibi oğlunun ve torunlarının fotoğrafını da iliştirdiği duvardaki çerçeveden izler, dinmeyen hasretini ona baka baka alevlendirirdi.
Hasretini bilen köylülerin ısrarı ile yolların kardan kapanmadığı bir sömestir tatili, oğlunun yanına yatılı gitmişti. Pek sıcak karşılandığı söylenemezdi ama kavuşmanın verdiği neşeyle bunu da sezmiş değildi. Haftasına fark etti ki köşe yastığı gibi oturtulduğu koltuktan kalkması, evin içinde varlığının hissedilmesi ev halkını rahatsız eder gibiydi. Gelininin torunlarına bağırmasını kendi üstüne alıyor, oğlunun okul müdürünü bahane ederek astığı suratını kendine asılmış saymaya başlıyordu. Ziyareti amacından çıkmış, tutsaklığa dönüşmüştü ihtiyar adam için. Ev halkının asık suratlarını görmemek için bakışlarını yönelttiği pencereden gördüğü beton yığınları, üstüne yıkılacak gibi gelmeye başlamıştı. Bacalardan tüten kömür isinin griye boyadığı gökyüzü onu boğazlıyor, nefes almasına engel oluyordu. Sevmediği ama alıştığı yalnızlığına geri dönmek, köyünün puslu ama temiz havasını solumak istediğini söylediğinde, oğlu çok değil hiç ısrar etmemiş ve ilk otobüsle babasını yolcu etmişti.
Duvardaki çerçeveye iliştirilmiş oğlunun ve torunlarının fotoğrafına ne zaman baksa burnunun direği sızlaya sızlaya bu son ziyareti anımsar, boğazına oturan yumruyu kendi tesellisi ile giderirdi. “Oğlanı yatılı okullara verdik de baba sevgisi mi gördü çocuk. Sevgi mi gösterdik ki saygı bekleriz.” diye kendine sitem eder, yine de oğluna toz kondurmazdı.
Cemaatsiz camiden yükselen ezan sesinin son bulmasıyla yerinden doğruldu. Dizleri kadar beli de artık ihtiyara ihanet ediyordu. Bir eli belinde, diğer eli oturduğu sedirden güç alarak kalktı. Ateşi geçmiş sobanın üstündeki güğümü alıp dışarıya çıktı. Taşlıktaki tabureye çömelip, güğümdeki sıcak suyla abdestini tazeledi.
Üşümüştü. Akşam ayazı çökmüş, zirvesi karlı tepelerin soğuğu rüzgârla yamaçlardan aşağı yuvarlanır olmuştu. Sobaya iki odun attı, namazı bitmeden tutuşur umuduyla.
Seccadesini kıbleye serip, namaza durdu. Tam secdeye varacaktı ki aklına bahçesindeki kümesi geldi. Kendisinden çok tilkinin nasiplendiği tavukları içeri almıştı ama kümesin kapısını sürgülemiş miydi? Yaptıklarını hatırlamaya çalıştı. Hayvanların kümese girişini hatırlıyor ama sürgüyü çektiğini hatırlamıyordu. Kıyama kalktığında kümesten, tavuklardan, tilkiden kurtardığı düşünceleri, bu kez kaçıncı rekâtta olduğuna takıldı. Bir yandan Fatiha’yı okuyor bir yandan kıldığı rekâtları sayıyordu. Rekât sayısına karar verememişken, yine kümesin sürgüsünü düşündü. Selam verip namazını bitirince, “Allah’ım sen bizi tilki postuna bürünmüş şeytanın şerrinden koru, âmin.” diyerek seccadesini kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle toplayarak, sanki dizi, beli ağrıyan o değilmiş gibi bahçeye seğirtti. Kümesin kapısının sürgülü olduğunu görünce içi rahatladı ama bu kez de yaşlılığına, yılların Koca Davud’unun tilkiye maskara olduğuna yandı.
“Şu köy eskisi gibi adam kaynasa, bahçemde torun torba koştursa şuncacık tilki gelebilir mi? Yok! Biz de hata, meydan verdik sana. Ah ulan sen bi on sene önce karşıma çıksaydın, Ormancı Davud sana buraları, şu koca ormanı dar etmez miydi? Akıllı hayvansın vesselam, boşuna kurnaz dememişler sana ama ben de Davud’sam seni enselemeyi bilirim. Nasılsa, tilkinin yüz masalı var doksan dokuzu tavuk üzerine. Dönüp dolaşıp geleceğin yer bura. Buldun ihtiyar Davud’u eğleş bakalım.”
Hem kendi kendine söyleniyor, hem de ayaza aldırmadan görebildiği kadarıyla bahçesinden ufka kadar her yeri taramaya çalışıyordu. Gördüğü, görebildiği bir şey olmadığını fark etmeden, eli belinde öylece bekledi bir süre. Hava iyiden kararmaya başlamıştı. Hilal acemi bir balıkçının oltasına takılmış balık gibi hızla yükseliyordu çırpınarak bulutların arasından gökyüzünün kubbesine doğru. Görecek bir şey olmadığını fark ettiğinde üşüdüğünü de anlamış, kendini evine gücün atmıştı.
Kendine gelmiş sobaya iki odun daha attı. Sobanın üstüne koyduğu çay olana kadar yiyecek bir şeyler hazırlamaya koyuldu. Kızmış tereyağın kokusunu içine çekerek iki yumurta kırdı. Yumurtaları kırarken yine aklı tilkiye takıldı. “Ortak mı oldun malıma ki benden çok sana yarar şu kümes!” diye hiddetlendi.
Sobanın yanındaki döşeğine kurulup yemeğini yerken, sessizliği dinledi. Bu sessizlik artık huzurdan çok kasvet verici geliyordu. Evde bir ses, bir nefes olmaması bir yana; en son kimle konuştuğunu bile unutacaktı neredeyse. “İmamla konuştum ya arkadaş, tilkiye öldürsem günah mıdır diye sordumdu ya. Kem küm etti ya o da. Günahı bana arkadaş, Ormancı Davud’u tilkiye maskara mı ederim ben.” Sessizliğin içinde sobanın çatırdayan odunları, masadaki saatin saniye saniye duyulan şıkırtısı içini daralttı. Bu sessizlik, bu yalnızlık onu değirmendeki bir buğday tanesi gibi eziyor, yaşarken çürüdüğünü hissettiriyordu.
Kalktı, eskiliğinden değil ama az çektiğinden cızırtılı çalan radyosunu açtı. Sevmediği türkünün biri bitiyor diğeri başlıyordu. İki türkü arasında bir reçel reklamı, bir banka reklamı olmasa bu dünyada yaşadığını unutabilirdi. Radyonun sesi de keyif vermemişti. Aradığı, duymak istediği ses belli ki radyodan gelecek bir ses değildi. Kalkıp radyoyu kapattı.
Çayını yudumlarken, başını geriye yaslayıp gözlerini yumdu. Yüz mumluk sarı ampulün ışığı kapalı gözlerinden bile içeri sızabiliyordu. Neden hiçbir şeyin keyif vermediğini düşündü. Ne kadar severdi oysa türküleri. Balta belinde ormana giderken türkü tutturur akşama kadar dilinden eksik etmezdi. Avucunda sıcağını hissettiği çayın bile eski tadı yoktu. Yoksa sade kahveden soğuduğu gibi çaydan da mı soğuyacaktı. Huysuz bir ihtiyara döndüğünü düşündü. Öyle ya, huysuz biri olmasa oğlu alır götürürdü yanında. “Gitmezdim ki” dedi kendi kendine. “Üstüme beton döksünler daha iyi. Ne o öyle, betondan bi orman, nefes aldırmıyor adama. Yerim hazır, üstündeki tahtaları kaldırıverseler yeter. İmama tembih ettim, bi güzel yur yıkar beni. Gelen gelir namazıma, bi Müslüman tutar dört kollunun ucundan, yatırırlar bahçemdeki yeni yerime. Allah şimdiden razı olsun, el verenden.”
Sessizliğin içinde, kendi sesini dinlerken, bahçeden gelen donmuş topraktan çıkan seslere kulak kesildi. Elindeki bardağı ses çıkartmasın diye çinko siniye değil, dikkatlice yere koydu. Birbirinden farklı rengârenk halıların üstünde, eskimiş döşemelerden ses çıkartmadan kapıya yöneldi. Kapıyı açsa menteşe sessizliği bozacaktı ya yapacak da bir şey yoktu. Yavaşça ama yine de gıcırdatarak açtı. Taşlıkta, kapının yanında yığılı odunların üstünde duran baltayı aldı. Kümese doğru yürüdü ayağında beyaz keçe çoraplarıyla. Karanlıkta pek seçemedi ama evden bahçeye vuran ışığın içinden bir şeyin geçtiğini gördü.
“Kaçtın he mi? Kaçtın san. Kaçtın san sen.” diyerek kendi için hazırladığı, kümesin bitişiğindeki mezara vardı. Mezarın üstünü kapatan tahtaları sessizce kaldırdı ve içine girdi.
Ölmeden girdiği mezarının içinde hissettiği huzursuzluğu, tilkiye olan öfkesi bastırıyordu. Uzun zaman sonra ilk kez hayatına bir anlam yüklemiş, tilkiyi yakalamayı amaç edinmişti. Tilkiyle olan kavgası ona yalnızlığını unutturuyor, tilkiyi yakalama ihtimali hâlâ yaşadığını hissettiriyordu.
“Son nefesimi vermeden de işimi görecekmiş bura. Bi de laf ettiydi, Koca Mustafa, ‘insan kendi mezarını mı kazar’ diye. Mezar değil, siper kazmışım. Bak Koca Mustafa, siperde beklerim gayrı düşmanı. Siper niye vardır. Düşmandan korunmak için. Askerde öğretmemişler sana. Gidip gelmen de bir oldu ya askerden, kaçtı dedilerdi. Günahı boynuna. Siper, düşmandan korunmak için hemi de düşmanı vurmak için vardır. Hele gelsin o tilki, baltayı kafasına nasılda indiriyorum. Postundan kümesin önüne paspas yapayım da ibret olsun başka tilkilere.”
Donmuş toprağa oturmanın soğukluğu içini titretiyordu. Ayağa kalksa tilkiye görüneceğini düşündüğü için kalkmadan beklemeye karar verdi. Etrafına bakındı, evinden sızan ışık yetersizdi ama hissedebiliyordu daracık bir dört duvar arasında olduğunu. Bir an kendini oraya diri diri gömülmüş hissetti. Sımsıkı sardığı baltasından medet umdu. Kâr etmedi. Başını gökyüzüne çevirdi. Uçsuz bucaksız semada parlayan yıldızlar olmasa nefes alamayacaktı. Gözlerini gökyüzünden ayırmadan derin derin nefes almaya çalıştı.
“Bu gece bura benim siperim. Siperde böyle dar olur, olsun varsın. Hem sipere girerken yanıma tayınımı da alaydım günlerce bile beklerdim düşmanımı. Günlere gerek yok, eli kulağında gelir şimdi. O zaman yer baskını. Şuradan sallasam baltayı tamamdır işi.”
Dağlardan esen rüzgâr çam kokusunu taşırken, tepelerin ayazını, soğuğunu da getiriyordu. Rüzgâr sadece soğuğu değil, hep uğursuz saydığı köpek ulumalarını da getiriyordu uzaklardan. İçi ürperdi. Soğuktan mı, köpeklerin ulumalarından mı bilemedi.
“Tayınımı değil de, gocuğumu alaydım iyiydi. Kıpraşsam yerimi beller. Geri gelsem de nafile, akıllı mahlûktur. Düşmez gayrı tuzağıma.”
Ne yana baksa toprak, ne yana baksa dört duvar. Git gide daralan mezar dar gelmeye başladı. Çocukken çıkrığını tutmaya çalışıp düştüğü su kuyusunu hatırlardı. Beline kadar suyun içinde, kuyunun ağzından gördüğü küçücük ışığa bakarak çığlıklar atmıştı. Çıkınca babasından yiyeceği dayağı biliyordu. Ama orada kalmaktansa babasının elinde kalmayı yeğlerdi. Kuyunun taş duvarları onun küçücük bedenini bir yılan gibi sarmış, sıkmış da sıkmıştı. Kuyunun suyu değil ama heyula olmuş duvarlar onu boğmak üzereydi. Bağırdıkça bağırdı. Sesi taş duvarlardan yankılanıp, daracık görünen kuyunun ağzından çıkmasa korkudan ölebilirdi.
Dayanamadı, başını mezardan biraz olsun çıkartarak, etrafı kolaçan etti. Gözleri toprak seviyesinde, her yöne bir karınca gibi bakıyordu. Her şey ne kadar büyükse kendini de bir o kadar küçük hissetti. “Dünya büyük, mezar küçük.” diye iç geçirdi. Tilkiye yakalanma endişesi ile yeniden çömeldi.
Serin havayı içine çekti. Ciğerleri tertemiz havayla dolarken, sessizliği dinledi. Köpek ulumalarının kesildiğini duyunca içi rahatladı. Havayı kokladı. Kulak kesildi. Havayı dinledi. Bir an onun geliyor olduğu hissine kapıldı. Belki de bundandır, sert toprakta yürüyen hayvanın sesini duyduğunu sandı. Baltasını yeniden sımsıkı sardığında içini anlamlandıramadığı bir endişe kapladı. Tilkinin gelmesini istemiyor gibiydi. “Tilki gelirse… Ya sonra…” Sonrasını biliyordu. Ama bunu, inatçı onuruna yediremedi.
Düşüncelerinden, endişelerinden sıyrılıp yeniden tilkiyi beklemeye başlamıştı ki bu kez soğuğu iyice içinde hissetti. Kemiklerine işleyen bir ayaz çökmüştü.
Sırtındaki deri yeleğin önünü bağlarken zorlandı, derisi incelmiş elleri az tepki veriyordu. Yumruklarını sıktı, açtı. Tekrar tekrar sıktı, açtı. Başındaki yün takkesini kulaklarına doğru çekti ama nafile. Kulakları, burnu buz kesmişti.
“Ha gayret Davud, ha gayret. İşini gör hele. Sonra sobaya iki odun attın mı tamam. Dakkasına ısıtır seni. Ne ayazlar yedin sen, ormanda tomruk devirirken, şuncacık soğuk işler mi sana.”
Hareketleri iyice yavaşlamıştı. Baltayı savuramayacağını fark ettiren bu güçsüzlük, bedenine çöken bu cansızlık içine anlamlandıramadığı bir rahatlık verdi. Tilkinin gelmesi artık onu korkutmuyordu.
Ses duydu. Baltasına sarılmak istedi ama elleri ona ihanet ediyor gibiydi. Gözlerini kıstı, sesin yaklaşmasını bekledi. Donmuş topraktan çıkan ses, bir hayvanın patisinden değil de bir kunduranın topuğundan çıkıyordu sanki. Dağılmış düşünceleri, uyuşmuş bedeni ile sesin geldiği yönü tayin etmeye çalıştı. Sırtını verdiği toprağa dayadığı başını ne tarafa çevirse ses o taraftan geliyor gibiydi.
“Yahu baba, senden başka kim kaldı köyde, gel inat etme. Seni almaya geldim. Gidelim. Sıcacık ev var. Hem torunların da seni çok özledi. Gelinin de bekliyor. Ne yemekler yaptı sen geleceksin diye. Gel inat etme. Bırak şu köyü, orman mı kaldı. Dal koparsan cezası var artık. Gel hadi gidelim.”
Elini uzattı mezarından, tutan olmadı.
edebiyathaber.net (24 Ağustos 2021)