M. Kemal AYÇİÇEK- 23 Ocak 2012
Futbola bakıyorsunuz “şike” ile bir şekilde Trabzon’u bağlantılamak için ellerinden geleni ardına koymuyor, Rahip Santoro, Hrant Dink ve şike..Türkiye’de gündem olan hemen her olaydan neredeyse Trabzon’u hedef alan birileri, sanki o olayların arka mahfillerindeki insanlar gibi geliyor artık bana. Kim Trabzon’u her hangi bir olay ile anıyorsa o isme dikkat etmek lazım, hani “dinime söven müselman olsa” denir ya, o babdan.
Trabzon’a karşı ya bilerek ve kasıtlı ya da bilmeden ama Ahmet Altan diyesi, beyninin arka planından gelen ilhamla Trabzon’u hedef alıp, Trabzon kıskançlığı ya da açıkça Trabzon düşmanlığını yazılarında sergilemekten adeta zevk alıyorlar. Hukuk kararlarından bile neredeyse Trabzon’u sorumlu tutarak, günah çıkarıyorlar. Trabzon’da görev yapan bilmem kimden tutun, Trabzon’da basın toplantısı yapan Genel Kurmay eski başkanı İlker Bağbuğ’a kadar, her bahaneye sarılıp, bir şekilde Trabzon’u hedef gösteriyorlar. Bir gazete yazarı, Trabzon’un maneviyatı önemseyen insanlarının etkisinden öylesine rahatsız olmuş olmalı ki, tüm o olayları kalkıp Trabzon’a mal etme gafletine düşüyor. Diyor ki o yazar;
“Ama Ogün Samast-Yasin Hayal-Erhan Tuncel ekibinin ırkçı veya milliyetçi değil fanatik dinci olduğu ortada.
Bunların BBP ile bağlantılı oldukları bilgisi düşmedi mi basına?
Bu zihniyet Trabzon'da Rahip Santoro'yu da katletmişti.
O günlerde Trabzon'a gidip havayı koklamıştım. Anlamıştım ki o cinayet de millet adına değil din adına işlenmişti.
Aynı biçimde Malatya'da Zirve Kitabevi'nde de Hristiyan din adamları katledilmişti.
Millet adına değil din adına kesildi onlar da.
Aynı zihniyetteki, aynı siyasi çizgideki Alparslan Arslan da Danıştay'ı basıp yüksek yargıçlara kurşun yağdırmadı mı?”
O yazar Trabzon’a da gelmişmiş de, bir de havayı da koklamışmış. Evet, Trabzon’da Tabakhane’de havayı kokladığı belli yazısından da, sadece Trabzon’da da değil gittiği her yerde aynı o havayı yaşamının gıdası yaptığı da belli. Zira, hani bir deyim vardır ya,”Tabakhaneye bok yetiştirmek” diye, sözünü ettiğim yazarda aynı işin erbabı olsa gerek. Affınıza sığınarak bu deyimin açılımını da yazmak isterim, o da “tabakhanedeki eksilen bokları yetiştirme çabası. Zamanın da deri tabaklamanın ham maddesi bokmuş tabi suni kimyasal materyaller yok o zamanlar; bokun da sıcağı sıcağına yetiştirilmesi lazım olduğu için tabakhane işçilerinin sarf ettiği büyük çabalardan günümüze gelmiş olan deyimdir”. Yanı haksız mıyım böyle düşünmekle?
Bu adam sanki Türkiye’de yaşamıyor ve sanki tüm o olayların arka planları ortaya çıkarılmamış, o olayların kimlerin mizansenleri olduğu bilinmiyormuş gibi aklı sıra hala kendi zikrince olayları farklı yöne yamamaya kalkıyor. Bir insanın zikri neyse fikri de odur ya, o hesap işte. O fikrin ve zikrin insanları, camilerin bombalanmasını, inanan insanların inanç değerleri üzerinden bu ülkeye nizam ve intizam(!) getirmeye çalışmadılar mı? Yani sadece Tabakhane’lerin çevrelerinde olmadılar, her yerde ve her zaman inanan insanlarla uğraştılar hem de utanmadan, sıkılmadan bir de insan siluetin de bunu yaptılar, yazıklar olsun.
Bıçak, satır, çivi gibi ve delici şeyleri yarası bedenin görünür yerinde olduğu için bunları tedavi etmek kolaydır. Söz ve yazı ile açılan yara kalpleri incitir, gönülleri yaralar. Gönül yarası ise geçmez, insanın içini hatırladıkça sızlatır.
Dil yarası, balta yarası
Bizim Hüseyin amca, iyi ve örnek bir insandır bana göre, laflarını çok önemserim.82 yaşında ama hala delikanlıdır. Sürmene’de bir ustadan dinlediği bir hikayeyi anlattı bana, bende sizinle paylaşmak istedim.
Köyün birinde bir Ayı varmış ama köylülere korku salmış, öylesine hale getirmiş ki köylüleri, her ev sırayla artık Ayı’ya bir öğün yemek verir olmuş. Gel zaman git zaman köyün ağası bir gün, ‘şu ayıya bir yemek vereyim ki, unutmasın’ demiş ve bir kuzu kesmiş, kızartmış, Ayı’yı çağırmış, oturmuşlar sofraya..Ayı, kuzuyu kemikleriyle yemeğe başlıyor, tam son budunu da yediği sırada evin hanımı, kapının anahtar deliğinden bunları seyrederken, “ha domuz sufat, ne kadar çirkin bir hayvaaan” demiş.
Ayı elindeki kuzunun son budunu bırakmış, Ağa’ya sen git bir güzel kesen balta al da gel demiş. Ağa, “hayırdır, seni rahatsız eden bir şey mi oldu, ne hata yaptım ki, baltayı ne yapacaksın” demişse de Ayı ısrar etmiş, “ sen git keskin bir balta bul getir” demiş. Ağa gitmiş, bir güzel balta bulmuş getirmiş, Ayı’ya vermiş. Ayı, “yoo sende kalsın, sen o balta ile benim tam anlımın ortasına bir defa vur” demiş. Ağa, “aman efendim, olur mu öyle şey sevgili Ayı, neden vurayım baltayı, olmaz öyle şey, vuramam”d emişse de Ayı, geçmiş karşısına, “sen vur, vur” demiş. Ağa, baltayı Ayı’nın alnına vurmuş ama balta ayının alnını sıyırmış geçmiş, Ayı kanlar içinde kalmış. Ağa korkmuş, Ayı’yı yaraladım, bu beni sağ koymaz diye ama Ayı, hiçbir şey demeden çıkmış gitmiş.
Aynı ayı bir yıl sonra tekrar Ağa’nın evine gelmiş, ağa korkmuş, paniklemiş, Ayı bunu fark etmiş, “yoo, paniğe gerek yok” demiş. Ardından devam etmiş, “bak geçen yıl baltayı vurduğun yer iyilenmiş, ama o hanımının sözü hiç aklımdan çıkmıyor” demiş. Yani balta yarası iyilenmiş ama o kadının “ne çirkin hayvan” lafı Ayı’nın aklından çıkmamış.
Şimdi bu ülke eski ülke değil, o eski Türkiye ile şimdi ki Türkiye arasında köprülerin altından çok sular aktı geçti, ama o eski Türkiye’nin yobaz kafaları, o eski Türkiye’nin havasını solumaya devam ediyor. Onlar için söylenecek her halde tek cümle kaldı artık, ölme eşeğim ölme yonca biterde yersin, başka ne denebilir ki? Kalın sağlıcakla.