,

Anne ve babalarla yayla gezisi

öylesine akşam karanlığını andıran ürkütücü bir yürüyüş düşünsenize. Artık, o devirde ormanlardaki vahşi hayvanların varlığı veya onların saldığı korkuyu belki tedirginliği saymıyorum bile

Anne ve babalarla yayla gezisi

  M. Kemal AYÇİÇEK -14 Eylül 2008

 www.karadenizolay.com (Özel)-Yayla yolunda telefonum çaldı. Arkadaşlarla bir ramazan günü yoldaydık. Telefonda kardeşim vardı. Nerde olduğumuzu öğrenince yanında annemin “bize su getirsin” dediğini ben de duydum. Öyle ya yayla suyu ama maden suyu. Tamam demiştim. Ama yanımızda da su koyacak kabımız sınırlıydı. Benim daha fazla su almam gerekiyordu. Yayla da iftardan sonra uğradığımız kahvehane ve bakkal, iç içeydi. Çaylarımız içerken bidon arayışımız da oldu ama yoktu kimsede boş bidon. İki tane iki buçuk litrelik cola aldım, bir gence verdim. Kahvehanede millete cola ikram etsin diye ama kimse içmedi. Oysa orada çocuklar da vardı. Ama yayla, camiboğazı yaylası.
  Oranın suyu varken kim minnet ederdi cola’ya. Ve etmediler. İçmediler. Bizde içemedik tabi ve colayı yere döküp, boşalan bidona da tuzlu su  koyarak anneme tuzlu su götürdüm. Suyu verirken annem “sadece bu yeter mi?” dedi. Ben anladım tabi ne demek istediğini..daha önceki gezilerimden döndüğümde “ben oraları hiç görmedim” demişliği geldi aklıma ve zaten demek istediği de oydu. Oraları kendi gözleri ile de görmek onunda hakkıydı. Ona helal olsundu gezmeler, yetmiş yaşına gelmişler. Onlar, gezdikleri yerleri hep yürüyerek gezebilmişlerdi.
 Peki dedim kendi kendime. Bir hafta sonrası için de kendimde sakladığım plana onları dahil ettim. Babam, annem, amcam (kayın pederim) ve eşi yengem (kayın validem).Pazar gününü bekledim. Çocukları köye bıraktım, yolcu değişimi yaptım. Amcam ve yengem çay topluyorlar. Önceden haber vermediğim için de hazırlıklı değiller. Üst-baş değişimi için evlerine gitmelerine bile fırsat vermeden bizim evden giysiler ayarladık kayın pederime ve çıktık yola. Babam bu tur durumlarda itirazcı olur genellikle, kendi karar vermediği her hangi bir olayda mutlaka bana ters gelen mantıkla yaklaşır olaya ve zaman zaman tartışırız. Ama ardından yaptıklarımın güzelliğinden söz eder, ben alışığımdır bu duruma zaten.

 Yine öyle oldu. Yola koyulduk ama babam “nereye gidiyoruz”diye tekrar sordu. Ben nasılsa yükümü almışım ve yola koyulmuşum. Şimdi artık nereye gittiğimizi net olarak söyleyebilirdim. Tuzlu suya dedim. Babam tuzlu suları hep sever ama her yerde de vardır, doğal maden suyu. Hem babam, öyle bir suyu Bayburt’un eski adıyla Ermene yeni adıyla da Pamuktaş köyünde bulmuş ve insanlığa kazandırmış biri. Ama biz onun çıkardığı tuzlu suya değil de Gümüşhane’nin Ilıca köyündeki acısuya gidiyorduk. Yine ramazandı. Babam, “içemeyeceğimiz suya niye gidiyoruz” deyiverdi. O yakın sanıyordu. Oysa ben hedefi söylemiştim ona, yol güzergahı konusunda bir şey dememiştik. Köyde yola çıkmadan hafif bir yoklama çekerken annem ve kayın validemin nereye gitmek istediği konusunda bana “görmediğimiz yerler olsun” demişlerdi. Ben de onlara bu yaşlarına dek görmedikleri yerleri göstermek, tanıtmak üzere yola çıkmıştım zaten.

 Asfalta indik. Gideceğimiz yere iki ayrı yoldan gidebilirdik. Otomobili acıyıp, asfalttan gitmek çok kolay olan yoldu ama ben onu değil de tam tersini seçtim. Hem nostalji yaşasınlar ve hem de görmedikleri yerler olsun diye yolun az bir kısmında onlarında tanıdık bildikleri yolu tercih ettim. Karadere yolunu. Trabzon’un üzerinden gidilebilen çoğunluğu asfalt yolu seçmedim. 205 kilometrelik bir yolculuk bu ama yayla çoğunluğu. Yayla yolları olarak bakılırsa bu baya bir zamandı. Öğlen saatlerinde çıktık ama akşama yani iftara 7 saatimiz var.
 Babam “yünlülerimi giymedim, üzerime bari palto alsaydım” deyişinde haklıydı ama ben kalorifer yakarım onları üşütmezdim. Girdiğimiz yol aynı zaman da annemin babamın amcamın defalarca yolculuk ettiği, büyükbaş hayvanlarla gittiği yollardı. Her bir virajda, her bir handa her bir kaya da veya su başında maceraları olmuş, anıları yaşamışlardı üstelik araba yolu yokken di tüm bunlar. Gerçi araba yolu yapılınca da olmuş ama onlar daha çok, araba yolunun olmadığı yıllardaki patika yollarda çektikleri sıkıntıları unutmamış tabi. Ama geçmişte yaşananlar konusunda babamın hafızası anneminki kadar sağlam değildir pek. Babam bir olayı anlatırken çoğu zaman annemin desteğini alır. Zaman zaman tartışırlar ama annem gününe varıncaya kadar ve o yaşanan anı da kimler varsa onları da sayıp kanıtlarla konuşunca babam geri adım atar ve annemin söylediklerine gelirdi. Babam okumuş kendi devrinin gerektirdiği kadar ama ne annem ve ne de kayınvalidem okul yüzü görmemişlerdi. Okuma yazmayı da bilmezler hala ama onların konuşma ve kavrama veya anlama sistemleri farklı ve bizimkinden de çok da geri değil. Annem, ağabeyimin ilkokul yıllarında alfabeyi ondan öğrenmiş, harfleri tanıyor ama okuyup yazması Türkçe de yok. 

 Kaşıkçı, Anas, Bifara, Erenler, Dağbaşı’nı geçtik. Goloşa’ya geldik burada bir alabalık üretim çiftliği var. Balıkları ufak ama ne de olsa Karadere suyunda yetişiyor. Oradan kişi başına 2 tane gelecek şekilde balık aldık. Henüz onlarla paylaşmadığım kendi planımca iftarı onlara ızgara balık vereceğim hemde tuzlu suyunun başında. Arabada ızgaram ve kömürüm de var. O niyetle aldık balıkları. Biraz da balık seyrettikten sonra koyulduk yola. .Sarımehmet hanlarını, Toroslu’yu geçtik Çatak’a geldik. Orada ana yol Bayburt’a devam eden Araklı’nın Turizm Merkezi Pazarcık’tan giden yoldu ama biz Çatak’tan Karameşe ve Yağmurdere yoluna saptık. Hes (Hidro Elektrik santralı) inşaatı var burada, yükseldikçe su tünellerini seyrediyor ve anne ve babamlardan Karameşe’nin bitmez tükenmez virajlı yollarının hikayelerini dinleyerek çıktık.
 Bir güzel bitki vardı ormanda, meyveleri var. Bir fotoğraf çekeyim dedim, indim. Tırmandım biraz, yolun hemen üst kısmında ama traf. Ayaklarım kaysa da kurumuş çalılara asılarak istediğim fotoğrafları çektim. Kıpkırmızı meyvesi de var ama ben tanımıyorum bitkiyi. Bir de numunesini aldım, arabada babam başka bir isim söylediyse de annem “germeşe bu” dedi. Sonra Tokat’tan germeşeyi tanıdığını anlattı. Meyveleri “yenmez “dedi. Ama görüntüsü güzeldi. Sonra bir ara annem ve kayınvalidem şu çamlardan bir “gudal” bulsak dediler. Ama aramızda bir “çevreci” tartışması yaptık ve çevre kazandı. “gudal”, karadeniz’de özellikle karalahana yemeklerinin yapımında yemeği çırpmak, veya yoğurt çırpmaya yarayan  4 veya 5 dallı çam ağacı doruğuna deniyor.
 Karameşe’de bizim yol aldığımız yol sonradan yapılmış araba yolu tabi. Oysa babamlar, yıllar önce bu ormanın patika yollarını çıkarlarken öğlen vakti bile güneşi görebilmek için saatlerce yol alırlarmış, öylesine akşam karanlığını andıran ürkütücü bir yürüyüş düşünsenize. Artık, o devirde ormanlardaki vahşi hayvanların varlığı veya onların saldığı korkuyu belki tedirginliği saymıyorum bile, zaten onun için adına Karameşe denmiş ya bu ormanın. Tam Araklı’nın çatak köyünden  Gümüşhane’nin Yağmurdere beldesine(nahiyesi)ulaşılan vadisi burası.Tabi, eski günleri yaşayıp, aynı yerleri şimdi otomobillerle gezince bu nostalji oluyor ama yine de o günlerin anılarını tazeleme fırsatını babama, anneme, kayınvalideme ve amcama verdiğim için içimden gizlice bir mutluluk yaşıyorum.(Bunu onlarla paylaşmıyorum tabiî ki de).
 Tam Karameşe’yi çıkmak üzereyiz ki rampa bir yerde duruyorum ve güzel manzarasında onların bir fotoğrafını çekmek istiyorum. Karameşe’nin bir yerinde arka fona Çatak vadisini alıp fotoğraf çekiyorum. Ardından biraz daha yukarıya çıkyoruz tam da Kirazlı yaylasının karşısı. Burada çilingir sofrası (içki alemi) kalıntıları kömür ve külleri, atılan silahların boş kovanlarını görüyoruz ama gerçekten de seyirli bir tepe burası. Hele bir taş var ki, rahatlıkla 200 metre uçurumu var denebilir. Kar tarafta iş makinalarını görüyoruz. O HES inşaatının tünelinin çıkışı gözüküyor. Bu tünel, Pazarcık’ta o Tilkibeli’ndeki  Pamukgölü şelalesi’nin hemen üst kısmından dağa giren tünel. Ama oldukça uzaktan seyrediyoruz biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Annem burada eski bir anısını anlatıyor. Annemin babası Yakup dedem ölmüştü. Annesi onları dayılarına koşmuş ve yaylaya göndermişti. Ablası arife, kardeşleri Ahmet Ali ve Ayşe ile yoldalar ama annesinin hazırladığı yolluklarını (azuk,erzak, yiyecek) katırcıya vermiş dayıları. İşte bu Karameşe’nin başında saatlerce kalmışlar, katırcı azıklarını almış götürmüş ve saatlerce de dönmemiş. Aç kalmışlar. Çevrede ne ev var ne bir dükkan ne bir yerleşim yeri yok. Bir dağ başı ve günboyu açlık. Saatler sonra  gelmiş katırcı(O devirde yük taşımacılığını katır veya at ve eşekle sağlayan kimse) ama o zaman Annemin dayısı Helim dayı, katırcıyı bir güzel haşlamış ama anneannem de helim dayıyı aynı şekilde fırçalamış ama olanlar olmuş işte.

 Biraz daha ilerliyoruz  bir yıkık taş yapı. Yağmurdere’ye bir kilometre mesafede. Dere çatmasında bir yer. Oldukça büyük bir değirmen ve han. Buranın adı Bandemir değirmeni. Yağmurdere’nin  jandarma karakolu da eskiden buradaymış zaten. Şenlik bir yermiş, hemen üstünde de Balahor köyü var. Yağmurdere’yi geçip sağa sapıyoruz. Taşköprü yoluna. Yolar genellikle toprak yol. Hava esmeye başlıyor, zaman zaman çiseliyor da ama bir toprak kokusuyla yol alıyoruz. Keçiler var yol kenarlarında kuşburnu dallarından otlaşarak köye çıkıyorlar. Zaman zaman bozuk yollardan ağır ağır seyrederek çıkıyoruz tam tepeye, karşı yamaçta bir yayla gözüküyor. Akocak köyünü geçmişiz. Tepede yollar çatallanıyor ve biz önce sola yukarıya çıkarken aşağılarda gözüken binaların görünen kısımlarından oranın Taşköprü olabileceğine karar verip, oraya yineliyoruz.

 Benim de daha önceden gitmediğim, babam, annem, kayınvalidem ve amcamın da bilmediği yerlerdeyiz artık. Ama annem sadece söylenen yer adlarından bir şeyler çıkarıyor ve onlarla ilgili anlatımları anımsadığını belli ediyor. Çevreyi öylesine izliyorlar ki  ben dikiz aynasından bunu görebiliyorum. Çiseleyen yağmurun toprakta oluşturduğu o koku daha da artıyor biz Taşköprü’ye inerken. Taşköprü, daha çok Arsinlilerin kullandığı yayla ve mesire veya dinlenme yeri. Otelleri var, sağlık ocağından camisine ve okuluna kadar o bölgede kısmen gelişmiş bir yer. Tabiî ki “kendin pişir kendin ye” diye tabir edilen ızgarası olan kasaplar çoğunlukta burada. 

 Yeri gelmişken, bu bizim yöreye has (Karadeniz, Trabzon, Rize, Giresun, ordu, Artvin) kendin pişir kendin ye tarzı yerleri görmüş Bayburt’lu birisi. Gitmiş İstanbul’da bir işyeri açayım demiş tıpkı bu kendin pişir kendin ye tarzı bir yer. Bizim tabelalarda okumuş gerçi “kendin pişir kendi ye” diye ama o zaman da unutmuş ne okuduğunu. Düşünmüş düşünmüş çıkaramamış ve kendi işyerine “sen seen bişur sen seen ye” levhasını asmış.
 Taşköprü’de pek kimsecikler kalmamış, artık güze dönülüyor. Yaylalar yavaş yavaş boşalmış, onu burada görüyoruz. Birkaç ufak yayla geçiyoruz ve bir tepeden uzakta ünlü Santa’yı görüyoruz. Çamlıklar arasında, oranın üzerinde Gahuralıların yaylası var. Biraz yukarda vadide de bir başka yayla ama adlarını bilmiyoruz. Ama annem, şakire ablama diyor zaten “Zehra ablanın yaylası” diye. Gelin ablaların yaylası yani. Şeerlioğluları da burada yaylalanır. Yukarda da bahsettiydim, bu yerleri görmemişlerdi ama yakın konu komşudan hep geçtiğimiz yerlerin adlarını duyduklarından hemen nerenin neresi olduğunu onlar benden daha iyi anlıyorlar.
 Biraz sonra Sarıtaş yaylasına geldik. O bölgenin en büyük yaylası kuşkusuz burası. Evleri, yaylanın oturduğu dağ yamaçları gerçekten de yayla dedirtecek güzellikleri barındırıyor. Hem ulaşım ve hem de yaşam alanı olarak enden güzellikte ve büyüklükte bir yer sarıtaş yaylası. Belli ki gidenler de bundan mutluluk duymuşlar ki yayla hala dolu ve her yer insan kaynıyor. Sarıtaş yaylasının peyniri, gözenekli peynir ve haklı olarak da meşhur tabi. Sis bastırmadan biz Çakırgöl’e de geçmeyi planladığımız için buradan direk geçiyoruz. İleride birkaç yayla daha geçip, ulaşıyoruz Çakırgöl’e. Burada gözelere geçelim diyorum ama bakıyorum babam üşümeye başlıyor ve gitmiyoruz. Sis, Çakırgöl’ün hemen üstünde çöreklenmiş zaten, aşağıya doğru süzülüyor. Biz de daha fazla kalamıyoruz baya soğuk ve hafif de olsa esinti var. Ama, adını duydukları halde görmedikleri çakırgöl’ü görmüş olmanın mutluluğu var babamların yüzlerinde. Doğruca Camiboğazı yaylasına dönüyoruz. Oradan da ılıca yaylasına geçip güya orada ızgara yapacaktım ama benim planım tutmuyor. Hava sis ve yağış olacak gibi ama iftarda yaklaşmış bir yarım saat kalmış artık. Ilıca’ya gidip orada ızgara yakmak ve de balıkları yetiştirmek pek mümkün değil. Hem babam ve amcam üşüyorlar. Gerçi annem ve kayınvalidem de üşüyordur belki ama onlar belki de bunu bana hissettirmiyorlar.

 İyisi mi dedim Camiboğazı’ndan ayrılmadan tam da yolun üzerindeki bir kendin pişir kendin ye’ciye et siparişimi verdim ve iftara buradayız diyerek biz Acısu yaylasına gidelim dedik. Gerçi, kasap bize “iftara yetişemezsiniz” dedi ama iftardan sonra da Ilıca’ya inilse pek sarmazdı. O yüzden ısrarla gitmeliydik ve gittik. Sularımızı doldurmaya başladık ama orda da başka su alanlar vardı. Birkaç yerden acısu akıyor ama yine de elimizde oldukça fazla su kabımız vardı ve hepsinin dolması zaman aldı. Hava karardı. Ezanı duymadık ama iftarın olduğunu anladık. Orada iftarımızı acısu ile açtık ve Camiboğazı’na dönerken de yolda babam elma soyup bana verdi atıştırdık. İftardan onbeş Dakka sonra vardık et yiyeceğimiz yere ki, millet yemeğini bitirmiş ve ızgaraları boşalmak üzere. Bize ayrılan ızgara hazırdı ve onu taşıdık oturacağımız kabine. Ahşap ve üzeri sac kaplıydı. O sırada bir yağmur döktürdü, ıslandım biraz ama sorun değildi.Çok güzel bir yağmur, üstteki saclara vuruyor ve öylesine şiddetli yağıyor ki, oluklar boşaltmakta güçlük çekiyor sanki.

 Önce birer çorba aldık ardından da ben ızgara’da pişenleri servis ettim babamlara. Babam üşüdüğü için o mangalın başında yemeyi tercih etti ama ben yan  tarafta boşalan diğer mangalı da getirdim bizim kabine ve artık o yağmur ve soğukta fırın gibi bir yerimiz oldu. Güzel bir iftar ettikten sonra Camiboğazı’nda tuvaletinde sıcak suların aktığı ve alttan ısıtma sistemi olan camiye gidip akşam namazlarını kıldık. O sırada ben kahveye geçip bir çay ve sigara yaktım. Onu hallettikten sonra da tekrar çay içelim diye çaycıya peşin çay parasını bıraktım. Camiye bakayım, babamlar teravih namazını kılarlar mıydı bilmiyordum, iyiki de gştmişim, meğer namazlarını kılmış arabanın yanında beni bekliyorlarmış. Ama ben fazla bekletmedim zaten. Onları da alıp, tekrar kahvenin önünden geçerken durdum. “çay paralarını peşin vermişim, bir çay içelim” dedim. Babam itiraz eder gibi oldu, hani kahvehaneye bayanlar gitmez ya hele yayla yerin de ama zaten pek kalabalık değildi ve zaten ayrı bir masa da vardı. Annemi ve kayınvalidemi de alıp götürdüm kahveye ve paralarını önceden verdiğim çaylarımızı içip dönüşe geçtik. Bu kez de Sümela vadisinden gideceğiz. 

 Hava kararmış artık ama bir yandan da yağmur devam ediyor. Biz ağır ağır yaylalardan inerken babam pek konuşmuyor. Yola çıkarken “üşüme” kaygısı vardı ama o kaygının boş olduğunu anlamıştı. Amcam da kayınvalidem de geziden memnunlardı ama annem başka memnundu. “ulaa, ölecektim de ben bu güzel yerleri göremeyecektim” diyerek çok mutlu olduğunu  ifade ediyordu eve döndüğümüzde.Sonra sadece gitmekle kalmıyor, o gittiği yerleri hafızasına bir nakış gibi işliyor ve sonraki sohbetlerinde onu dinlediğiniz de sizin de anında anlatılan yerlere gidesinizi getirtiyor. Kimi vardır gezer ve susar, kendine saklar gördüğü güzellikleri ama annemse güzelliklerin paylaşıldıkça çoğalacağını bilenlerdendir. Onun için, zaman ve fırsatını bulduğunuz da siz de anne ve babalarınız için böylesine sürpriz olabilecek gezilere imza atın ve onun doyumsuz mutluluğunu sizlerde ilikleriniz de hissedin bence. . Gece baya geçmişti. Tam on iki saattir yollardaydık ama değmişti gerçekten de “lafla, peynir gemisi yürümez” “gideriz, gezeriz, ederiz, ne var ki” demeyin, ömrün ne zaman nerde nasıl biteceğini bilemezsiniz ki. Öyle değil mi? Benim yaptığımı her aracı olan evlat neden yapamasın ki, hayır dua almak ve güzellikleri paylaşmak gerekir hem de bir defa değil, fırsat buldukça ve o fırsatı yarattıkça tabi.

Güncelleme Tarihi: 02 Nisan 2013, 23:54
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER