M. Kemal AYÇİÇEK
Kolay mı öyle, aynı yastığa baş koyup, sonra da iki gün de “hadi eyvallah!” demek? Nereye, kime, nasıl, ne sebeple, neden, hangi hakla, azıcık kızdığınız da, sinirlerinize hakim olamayıp karşınızdakine sesinizi yükseltip de, bağırıp, çağırıp, belki bir kalbi kırıp da, “çekip gitmek”ler ne kolay olmuş günümüz de değil mi? Ne kadar kolay, ne kadar basit ve ne kadar hızla, en ufak bir kızgınlıkta, kapıyı vurup çıkmak, gitmek… Nereye?
Yazının başlığını “Çiçekleşme” koydum, evet gecikmişte olsalar aynı yastığa baş koymuş iki insanın, yanı karı ve kocanın karşılıklı olarak birbirlerine çok gösterişli olmasa da, elde uzaktan pek gözükmese de verdikleri ufacık yayla çiçeklerini kastediyordum. Faik Okumuş, Salmangas’ın zirvesinde oturup, şöyle bir geriye dönüp bakınıyor. Tekrar dönüyor yine bakıyor ama tekrar tekrar dönüp, somarova’ya, Menge’ye, Tornoviye, Zilfo’ya bakıyor. Her bakışından sona başını öne eğiyor, kısa bir süre sonra tekrar kaldırıyor kafasını ve bu kez Gıtova’ya bakıyor, Balahor yaylasına bakıyor uzun uzun, eşinin kılmakta olduğu namazın bitmesini bekliyor.
On evlat sahibi, ama yaşları artık kemale ermiş iki insanın, birilerinin zorlamasıyla değil de kalplerinin sesi ile elli iki yıllık birlikteliklerinde bir ilki, yani birbirlerine ufacık yayla çiçeklerini veriyor olmalarını görmek, duygulandırıyor en büyük erkek evlatlarını. İki çocuklarını birlikte defnetmişler yıllar öncesinde, şimdi sekiz çocukları var ama o çocukları bile bugüne değin görmemişlerdi bu çiçekleşmeyi. Günay’dan sonra doğan Nuray ve Gülay, fazla yaşayamamış, vefat etmişlerdi çünkü.
On çocuk annesi Şehriye ile Faik Okumuş’tan söz ediyorum. Faik abi dediğim 81 yaşında, şehriye abla ise 68 yaşındaki hayat arkadaşı. Bilenler bilir Karadeniz’de eskilerden öyle aşk-meşk işlerinin çok saygı değer bir durum olmadığını, “ben şu kızı alırım” mantığının hakim olduğunu, “almazsam adam değilim”ci bir inatçılığın hüküm sürdüğünü, sevdanın sadece geçerli kuralının “erkek severse”ye sığdırıldığı bir Dünya’dan ibaretti. Gerçi günümüzde de bu mantığın hala devam ettiği gerçeğini göz ardı etmiyoruz elbette, bunu bir geleneksel algı kabullenenler var ne yazık ki. Ve yine bilenler bilirler, Karadeniz’de bir eş sahibi olduysanız, onun geniş aile içinde sizi, sizin dışınızda kayınpeder, kayınvalide (Kaynana, kaynata), elti, görümce, kayın ve kayın çocuklarını memnun etmesi gerekirdi. Yani, bir eve gelin gidildiğin de sadece eş değildi size karışan, o evde kimler yaşıyorduysa onlara karşı da yükümlülükleriniz vardı. Kısaca, geniş aile evinde gelin olanın vay haline durumları vardı!
Şehriye abla, yarım yüzyıl olmuş evliliğinin başlangıcını anlatırken hem gülüyor, hem karşısındaki gelini ve torunundan çekiniyor, hem oğlunun yanında mahcup bir edayla, “Biz oğlanveren’in aşağısın da, Balahor’un yukarı tarafında Şaban dayının çayırların da Atike abla ve Mine ile ekin biçiyorduk. Bir baktım bizim ki dereden karşıya geçti, bize doğru geliyor. Elimdeki orağı fırlattım buna, sol cebinde ayna varmış, orak aynanın üstüne vurmuş ve kırılmış, ona bir şey olmadı. Ayna olmasaydı, yaralanırdı. Oradan beni alıp götürdüler.(kaçırdılar). Benim gelişim öyle” diyor, tam bu sırada oğlu devreye giriyor, “fazla konuşma, yazılacak” diye uyarıyor. Şehriye abla, “Hemi, hemi, o zaman susayım” diyor ve susuyor kısa bir süre. Farklı sorularla konuşturma çabamız daha fazla fayda etmiyor.
Kaynanası (kayınvalidesi) ile 7 yıl birlikte yaşıyabiliyor ve bir kaza sonucu kaynanasını kaybediyor. Eşini kaybetmiş Kayınpederi ile 36 yıl aynı çatı altında kalıyor, çocuklar büyüyüp, gelişinceye kadar. Bir ayakları Trabzon’da ise diğer ayakları yaz aylarında Bayburt oluyordu ve her iki tarafın yükünü ister istemez sırtlamak zorunda kalıyor, çocukların yanında büyükbaş hayvanlar ve kalabalık bir ailede yaşanabilecek mutluluğu artık varın siz düşünün. O eski yıllarda gidilen yollara düşüyorlar bu kez araçla, yaya gittikleri yolları arşınlarken, zaman zaman durakladıkları yerlerde hem dinleniyor, hem de geçmiş anılarını belki tazeliyorlardı hafızalarında. Faik ağabeyin mesela Salmangas sırtlarında verdiği pozlardaki düşünce hali, o geçmiş yarım yüzyılın belki bir anda gözünün önünden kısa metrajlı bir film gibi geçişiydi. Öyle olmalı ki, burada oğluna, “annen namazını tamamlayınca bize fotoğraf çekersin” diye tembihliyor ve sonra da gidiyor o fotoğraflar da bile pek gözükmeyen küçücük te olsa 2 bin 280 rakımlı tepe de yetişen çiçeklerden topluyor. Eşi namazını tamamladığında da eşinin yanına gidiyor ve o topladığı yayla çiçeklerini bir buket verir ağırlığında 52 yıllık ömür arkadaşına veriyor. Onun bu çiçeklerine eşi de aynı tarzdaki mavi yayla çiçekleri ile karşılık veriyor. Bu tablo, 48 yaşındaki oğlunun önünde ilk kez yaşanılan bir sahne tabi. Bu fotoğrafları gösterirken, “80 yıllık bir fotoğraf” diye nitelendiriyor bu tabloyu o evlat işte.
Şehriye abla, bundan iki yıl öncesine dönüyor, biz fotoğraflardan söz edince, “İstanbul’da Darıca’da oturduğumuz yerde bir ufak bahçe yapmıştık, o bahçede sebzeler çiçek açtığında ona şakadan demiştim ki yarım yüzyıldan beri senle beraberim, bana bir çiçek de vermişliğin yoktur. Bahçe savmış, zamanı geçmiş işte. Bir dolma biber fidanının kök kısmında kalmış bir ufak dolma biberi koparmış, yanıma geldi. Bana ‘sen benden çiçek istemiştin ya, al sana bir çiçek’ diye o biberi bana verdi. Ben de güldüm, çiçek yerine bana biber bile vermiş olsa çok mutlu olmuştum, o biberi evde oflanın (tabakların konduğu raf) üzerine atmıştım, orada tam bir yıl durdu o biber. Sonra aradığım da bulamayınca sordum meğer kızlar temizlik yaparken atmışlar onu”. diyerek gülüyor.
İşte o kadın, tam 52 yılını birlikte geçirdiği eşinden dağ başında çiçek almanın mutluluğunu yaşarken, geçmişte yaşanmış ve mutsuz olunmuş tüm yılların olumsuz duygularını söküp attığını tebessümüyle anlatıyor sanki ve günümüz evliliklerine de gönderme yaparcasına adeta ekliyor Şehriye abla;
“Evet, çok zorlu şartlarımız oldu, zaman zaman küstük, konuşmadık ama hiçbir zaman birbirimize karşı saygısızlığımız olmadı. Yine ağırbaşlı ve sabırlı olduk, her ikimiz de sabırla, tüm o zor günleri selamete erdirdik. Şimdi ki gençler, çok sabırsız ve birbirleri ile konuşurken bile konuşmayı bilmiyor, hatta konuşma yapamıyor. Aynı anda iki kişinin konuşuyor olması, her iki tarafında ne demek istediğini tam anlatamaması ve anlaşılmamasıdır. Bu nedenle de erken kızıp, tezcanlılıkla, ne dendiğine bakmaksızın, sabırsız bir şekilde ani kararlar veriyor ve hata da buradan kaynaklanıyor işte. Oysa evlilik, bir çay yaptığınızda demlenme gibidir. Deme bırakma önemlidir. Yani o da sabırdır, her hangi bir kızgınlık anında o kızgınlığa sabır etmekle cevap vermektir. Sabreden derviş, muradına ermiş denmesi gibidir. Gençlerin büyük zaafı, her şeyi ‘biliyor’ olma anlayışı, oysa hiç kimse her şeyi bilemez! Hayat, başlı başına ömür boyu yeni bir şeyleri öğrenmedir, her gün bir şey öğrenirsin, kimse geleceği bilemez. Ama bakıyorsunuz, sevgi, aşk diyor evleniyor ama ardından en ufak bir tartışma da boşanma gibi saçmalığa atılıyorlar. Evlilik, korunması gereken bir büyük değerdir. Bunu anlamak, zamanla olur. Yani sabırla. Evlilik hayatı, aynı Dünya gibidir, bazen kış olur, bazen yaz olur, bahar olur, sonbahar olur, bunu bilerek hareket etmek lazım”
Salmangas’taki o karşılıklı gecikmiş çiçekleşmenin ardından şimdiler de onların da terk edip ayrıldıkları, Aho’daki baba ocağına uğruyorlar birlikte. Kapıları kapalı, ocağı tütmeyen güzelim Karadeniz evlerine önce dışarıdan bakıyorlar, sonra evin içine giriyor, yıllardır gitmedikleri o evlerinin kıyısına, köşesine bakıyorlar. Eski günlerini anıyor, belki anılarını tazeliyor, belki hasret gideriyorlar. Sonra evlerinin önündeki fındıklıkları geziyorlar, Faik abi, ev ustası aynı zaman da evine dışarıdan tekrar tekrar bakıyor, belki neresinden tamire ihtiyacı vardır, nereden su alıyor, veya nereden yıkılma emaresi gösteriyor, onları tesbit ediyor. Şehriye abla ise, bağ ve bahçelerinin durumuna yakından göz atıyor, kalmıyorlar tabi o evlerin de, kalmaklık gelmemişlerdi zaten, öylesine bir sila-i rahim yapıyorlardı sadece.. Sonra Faik abi ve eşi bir aşağıdaki köyde, Zanike’de oturan kardeşi Şakire’ye gidip, orada kalıyor ve ardından tekrar sonradan edindikleri memleket, yani ‘doğulan’ değil güya, ‘doyulan’ yere İstanbul’a geri dönüyorlar.
Fotoğraflar: Nuri Engin Okumuş
Güncelleme Tarihi: 13 Nisan 2022, 03:30